Bir dilin alfabe biçimi, yapısı, kökeni ve o dili konuşan gruplar kendine özgüdür. Dilin konuşulduğu coğrafya, ifade çeşitliliği, bir kelimenin eş-yan anlamları, canlılığıyla dolaysız olarak bağlantılıdır. Çünkü dil yaşayan ve gelişen bir canlıdır. Ancak arkeoloji ve tarih bizlere geçmişi tekrar hatırlattığında, net bir şekilde dillerin de insanlar gibi çeşitli nedenlerden dolayı öldüğünü belgeler ve kalıntılar sayesinde görmüş oluruz.
O zaman asıl soruya gelelim: bir dil nasıl ve neden yok olur?
Dil, en basit tanımıyla bir iletişim aracıdır. Eski zamanlarda insanların jest, mimik veya el kol hareketleri kullanarak birbirleriyle iletişim kurma ihtiyacı, dilin doğmasını sağlamıştır. Bu insanlar zamanla yaşadıkları coğrafyanın özelliklerine göre, bulundukları toplumun bir parçası olarak sesleri taklit etmeye başlamışlardır. Bu taklitler ve ses düşümleri kelimelerin ilkel ataları olarak kabul edilir. Böylece dil, bu ilkel atalarına tutunarak her yeni ihtiyaçta ya da keşifte kendisine yeni bir halka eklemiş ve durmadan gelişmiştir, gelişmektedir.
Dil, dilbilimciler tarafından, bir toplumu oluşturan kişilerin düşünce ve duygularının, o toplumda ses ve anlam bakımından geçerli ortak ögeler ve kurallardan yararlanılarak başkalarına aktarılmasını sağlayan çok yönlü ve gelişmiş bir sistem aracı olarak tanımlanmıştır. Bu tanım bizlere, bir toplulukta konuşulan dilin, bireylerin duygu ve düşünce biçimlerine direkt olarak bağlı olduğunu söylemektedir. Her dil kendi içinde kurallar barındıran, insanın iç ve dış dünyasını bağlayan, kültürünü taşıyan ve koruyan canlı bir varlıktır. Dillerin ömürleri insana kıyasla daha uzun olsa da yok olmaktan kaçınamaz. Yaşayan dillerden ölü diller sınıfına çeşitli nedenlerden ötürü er ya da geç geçer.
Ölü dil, dünya üzerinde konuşanı ya da yazanı kalmayan dildir. Çünkü dil öznesi var olduğu müddetçe o dil varlığını sürdürebilir. Kısacası insan yoksa dil de yoktur. Bu noktadan hareketle göçler, asimilasyonlar, soykırım ve savaşlar dilin ölmesi için gerekli ortamı hazırlayan ögeler olarak başta sıralanabilir.
Çağımızdaki savaş tanımına kıyasla ilk çağlarda savaşların büyük bir kısmı soykırım amacıyla gerçekleştirilirdi. Soykırımın nedeni intikam, güç veya üstünlük gibi olgularda çeşitlilik göstersede, dili konuşan topluluğun soykırımla yok olması gibi bazı sonuçları sabit kalmıştır. Dilin yok olan öznesiyle beraber dil de tarihin tozlu sayfalarına karışmış olacaktır.
Savaşlar, iç-dış politik, ekonomik, siyasi nedenlerin sonucu gerçekleşen göçler dilin yok olmasında etken bir rol oynamıştır. Göç eden topluluklar entegre olmaya çalıştıkları yeni toplumların dillerinde, inançlarında ve kültürlerinde zamanla yok olmuştur. Zorunlu ya da isteyerek yapılan coğrafi değişim, asimilasyona sebep olarak pek çok dilin yok olması ile sonuçlanmıştır.
Aynı şekilde savaşla egemenlik altına alınmış topluluklar da zamanla dillerini kaybetmiştir. Başlıca sebebi, egemen topluluğun kendi sosyal yaşamını ve kültürünü dayatmasıdır. Özelikle toplumun ortak kullandığı kurum ve kuruluşlarda etkin olan dil, diğer dilin kaderini belirleyen unsurdur. Okul, hastane ya da diğer resmi kuruluşlurda konuşalan dile uyum veya ihtiyaç baskı altındaki dilin yok olmasına atılan ilk adımlardır.
Dil toplumun iskeletidir. Bundan dolayı bir dilin yok olması o toplumun yok olması ile eş değerdir. Örneğin, bazı ülkeler egemenliğini ve gücünü tamamalamak için hükmettiği bölgede bulunan farklı dillere yasak getirmiştir. 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra hızla genişleyen SSCB, egemenlik kurduğu “Orta Asya Türk Kavimleri” üzerinde 70 yıl boyunca Türkçe kullanımını yasaklamıştır. Aynı şekilde Birleşik Krallık güçleri Hindistan’da İngilizce konuşma propagandası geliştirmişti. Böylece işgal ettiği bölgenin sadece maddi kaynaklarını değil manevi değerlerinide sömürmeyi başarmıştı.
Bir dilin yok olmasına sebep olan bu nedenlerin çoğu geçerliliğini sürdürüyor. Savaş, göç ve asimilasyon, post-truth (gerçek ötesi), uzay çağı olarak adlandırdığımız bu zamanın gündemini hala işgal ediyor. Bir dilin yok olmasına sebep olan etkenlere ekleyebileceğimiz yeni bir madde olsaydı benim cevabım popülarite olurdu. “Popüler kültür” ögeleri, barındırdıkları ve tavsiye ettikleri ile bir dilin yok olmasındaki yan etken olabilir. Zira dil, sadece anlamlı söz öbeklerinden oluşan bir unsur, ya da sadece fiziki ihtiyaçlarımız için kullandığımız sesli bir araç da değildir. Dil, yaşadığı coğrafyanın duygu, düşünce ve tecrübesinin aktarımını sağlayan unsurdur. Konuşulan dilde düşünmek, hissetmek ve keşfetmek dili yaşatacak unsurlardandır. Çünkü toplum ancak konuştuğu dilde bir şey üretebilirse dil aktarımı sağlanabilecektir. Dünyanın her bölgesinde farklı bir iklim, farklı bir yaşam hakimdir. Eğer bu açıdan bakarsak aktarılacakların ve tecrübelerin devasa bir boyutu olduğunu görebiliriz. Ekonomik, politik sorunların, savaşların bıraktığı yaraların etkisinden çıkabilmek için kullandığımız kelimeler, bizi biz yapan “dil” kavramına ihtiyacımız var.
Dil kullanımı, bazı aygıtlar tarafından ele geçirilmiş olsa da size özeldir. Kelime seçimleriniz, tonlamanız araştırmalarınız, okumalarınız doğrultusunda sürekli olarak geliştirilebilir. BMMYK‘ın (Bileşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği) göç konusuyla ilgili yaptığı çalışmaları, özellikle bu konuyla ilgili geliştirdiği terminolojiyi ve bu alanda kullanılan kelime araştırmalarını kendi sitesinden ve sunduğu raporlardan takip edebilirsiniz. (UNHCR).