1948 kışı. Büromda oturuyorum. Savaş sonrası durgunluğu var piyasada. Galatasaray Mekteb-i Sultani’sinde öğrendiğim Fransızcaya güvenerek girişmiştim bu işe. Beynimi kemiren bir sürü endişe var. Büronun kirası nasıl ödenecek? Büro sahibine bu ay hangi yalan uydurulacak? . Kafam bunlarla meşgulken telefon çaldı. Sovyetler Birliği Konsolosluluğu’ndan arıyorlardı. Açıkçası ürpermiştim. Sovyetler Birliği’nin benimle ne işi olabilirdi. Komünistlik falan filânla işim olmazdı. Tamam, çakır keyifken iktidarı tenkit eden; hak, hürriyet, müsâvat gibi konularda ahkâm kesmiştim.Yoksa bunlar ciddiye mi alınmıştı? Kafam öyle meşguldü ki, karşımdakinin ne konuştuğunu bile anlayamamıştım. Güç belâ kendimi toparladım. Karşımda , kırık dökük Türkçesiyle Rus bir hanımefendi vardı. Sanırım konuşmanın, benim dışımda geçen ilk dakikasında hâl hatır sorulmuş olacaktı ki, hemen konuya girdi. Rusça bir evrakın Türkçeye tercüme edilmesi lâzımmış, telefonumu Beyaz Rus bir dostumdan almış. Bu hanım, tekdüze ve mekanik bir şekilde konuşuyordu. Konuyu izâh edip, daha benim cevabımı beklemeden verecekleri ücreti de söyleyince, havalarda uçarak evet dedim. Evrağı gelin alın dedi. Bahaneler uydurarak reddettim. Canımı sokakta bulmamıştım. Evrağı, büroma göndermesini istedim . Kabul etti. Tabii ki bu arada, küçük bir teferruatı unutmuştum.. Tercümeyi kim yapacaktı? Değil Rusça tercüme yaptırmak, Kiril alfabesinden bir harf bile bilen birini bulmak bile zordu. Görüşme bittikten sonra , bir sigara yaktım ve kara kara düşünmeye başladım. Sultani’den bir arkadaşım vardı, komünistti ve başı hep beladaydı. Acaba o bana yardımcı olabilir miydi? Yoksa benim de başım derde mi girerdi. Bir sürü ihtimâl arasında gidip geliyordum. Sonunda o arkadaşımla temasa geçmeye karar verdim. Telefon edemezdim.Dinleniyor olabilirdi. Direkt olarak da temas kurmak mahzurlu olabilirdi. Düşüne, düşüne bir yol buldum. Vâlidem, vâlidesini tanırdı. Sıkça görüşürlerdi. Biraz rahatlamıştım. Akşam evde, vâlideye durumu anlattım. Gözlerinden bir endişe bulutu geçmekle beraber, benim saçmalıklarıma alışkın olduğu için fazla önemsemedi anlattıklarımı. “ Aman evlâdım kiranı öde yeter ki” dedi ve kahvesini yudumlamaya devam etti.
Ertesi gün ,annem annesine çaya gitmiş ve vaziyeti anlatmıştı. Arkadaş en kısa zamanda benimle temas edeceğini söylemişti. Aradan 3 gün geçmesine rağmen arayan soran yoktu. Akşam, annem haberi verdi. Ruhi, ertesi gün saat 11 de benimle Gülhâne Parkı’nda buluşacaktı. Korkuyla karışık bir sevinç hissi kaplamıştı içimi. Bu arada evrak da bana ulaşmıştı. Şöyle bir göz attım.Tabii ki Kiril alfabesiyle yazılmış olduğu için hiçbir şey anlamadım. Sadece rakamları okuyabiliyordum. Bir tür tarife veya prospektüs gibi bir şeydi.
Gülhâne Parkı’na ürkek adımlarla girdim. Belli etmeden etrafı kolaçan ediyordum. Parkın içinde belli bir buluşma yeri tespit etmemiştik. Ana yolda yürürken sağ taraftaki çınar ağacının altında, bana el sallayan Ruhi’yi gördüm. Kucaklaştık. O da tedirgindi. Yüzü hayli yorgun görünüyordu. Musahhihlik yapıyormuş ama işten atılmış.” Her komünist illâki Rusça mı bilecek ulan” diye şakayla karışık lâfa girdi. Dediğine göre Bolşevik İhtilâlinin ilk yıllarında Sovyetlere gidip orada birkaç sene kalıp Rusça öğrenen birisi varmış. Hem de şâirmiş. Amma şu anda mahpus damındaymış. Ruhi şöyle devam etti “ Vallahi Çankırı’da mı yoksa Bursa’da mı yatıyor emin değilim. Ama hanımını tanıyorum. Ayda bir kez ziyaretine gidiyormuş. Duyduğum kadarıyla da, ism-i müstear kullanarak, bazı gazete ve dergilere şiirler, yazılar yazıyormuş. Ne diyeyim ? Paraya ihtiyacı var. Senin bu tercümeni yapar kanaatindeyim. Evrağı ver. Benden haber bekle” . Karmaşık duygular içindeydim. Bir taraftan işim halloluyor diye seviniyordum, diğer taraftan başımın derde girmesinden korkuyordum. Bu duygular içinde büroma döndüm . Dışarda pis bir yağmur yağıyordu. Camdaki su damlalarının aşağı doğru kayışlarını seyrederken ipnotize olmuş gibiydim. Nasıl bir işe bulaşmıştım?
Aradan en az 45 gün geçmişti. Tercümeden haber yoktu. Vâlide de telaşlanmıştı. Bir sürü, vehimle dolu yorumlar yapıp, asabımı bozuyordu. Ofiste sıkıntıdan patlıyordum. En son yaptığım iş “Grand Larousse” nin bazı maddelerinin tercümesiydi. Oradan biraz para gelmişti. Rusça tercüme işini unutmuştum. Tam o sırada kapı çalındı ve içeri, minyon bir kadın girdi. Üzerinde, kendisine biraz büyükçe gelen bir manto vardı. Selam verdi ve Rusça tercümeyle ilgili olarak geldiğini söyledi. Afalladım. Birkaç anlamsız söz mırıldandım. Buyur ettim. Çay ikram etmek istedim ama istemedi. Yere bakarak konuşuyordu “ Eşim tercümeyi yaptı.Onu getirdim.Biraz uzun zaman aldı, ümit ederim ki sizin için bir sıkıntı olmamıştır”. Tabii ki problem olmadığını söyledim ama konsolosluktan birkaç kez arayıp sormuşlardı. Ücreti sordum. Konsolosluktan alacağım paranın onda birine tekabül eden bir meblağ söyledi. Çok utandım. Cebimde bir miktar para vardı. Söylediği meblâğdan fazlaydı. Sanki bahşiş bırakır gibi fazladan para vermek de olmazdı. Vakit kazanmak için gırtlağımı sahte bir öksürükle temizledim ve “ Hanımefendi bana Rusça tercüme gelmediği için, ücretler hakkında pek malûmatım yok, ancak bu konuda bazı arkadaşlardan aldığım malûmatlar var . Talep ettiğiniz ücret az” dedim . Sanki bir vaziyeti istemeye istemeye kabullenmişcesine “Peki o zaman” dedi. Aceleyle bir zarf aradım. Paraları zarfa koydum. Sanki çok önemsiz bir iş yapıyormuş gibi eline tutuşturdum. Yüzüne hüzünle karışık bir mahcubiyet ifadesi hakimdi. Teşekkür etti. Ve çıktı.
Tercüme metnini merak ediyordum. İki nüshaydı.Bir nüsha daktiloyla yazılmıştı. Diğeriyse elyazısydı.Düzgün bir el yazısı. Metnin muhtevası, yemek tarifleriydi. Borç Çorbası, Şaşlık, Tavuk Kievski vs. Metni tetkik edince, bir şey dikkatimi celbetti. Metin manzum olarak tercüme edilmişti;
Kavur iki adet doğranmış soğanı
İlâve et ikiyüzelli gram dana kıymanı
Haşla bir kelle taze lahananı.
Tuzu ve biberi ve havucu unutma
Kaldı mı unuttuğumuz bir şey acaba.
Şalgamı da eklersek.
Hazır olur bu enfes çorba.
Şair, şairliğini yapmıştı.

Ahmet Göze paylaşımıdır.

Tags: