Çeviri tarihine sansür bağlamında bakıldığında, okuyucuyu kaynak metnin odağından uzaklaştıran ve metne anlamsal açıdan müdahale eden otoriteler görülür. Avrupa tarihinin radikal milliyetçilik evresinde çeviride sansür; ulusların kültürünü dış etkilerden korumak ve mevcut rejimin fikirlerini kabul ettirmek amacıyla uygulanmıştır. Çevirmen ve akademisyen Antonia Keratsa’nın ‘’Avrupa Tarihinde Çeviri ve Sansür’’ makalesi kapsamında; İtalya, Almanya ve İspanya’da etkin akımlar dahilinde çeviri ve sansür ilişkisini inceleyeceğiz.

Faşist İtalya’da Çeviri ve Sansür

Mussolini iktidarının masumiyet maskesi altındaki baskıcı tavrı kolaylıkla fark edilebiliyordu. Yönetimin amacı; İtalya toplumunda popüler olmak ve görüşlerini kolayca benimsetebilmekti. Mussolini’nin İtalya halkından beklentisi; halkın, kültürel zenginlik ve ulusal başarıya ancak kendisinin önderlik edebileceğine inanmasıydı. Diğer taraftan, kendi halkı ve dünya genelinden, iktidarına ilişkin gelebilecek tüm eleştirilerden uzak kalmayı hedefliyordu. Bu nedenle kitle iletişim aracı olarak görülebilecek her türlü araç (radyo, sinema, tiyatro ve kitaplar da dahil olmak üzere tüm yazılı yayınlar) üzerinde kontrol kurdu.

kaynak: https://assets9.irisreading.com/wp-content/uploaded_files/2016/09/BBW_Banned_Forbidden.gif

1920’li yıllarda; kitaplara sansür uygulamak söz konusu olmamakla birlikte, İtalya edebiyatı ve dünya edebiyatı arasında ayrım yapılmıyor ve çevirilere yönelik sansür için de özel bir kriter belirlenmiyordu. 1930’larda İtalya; İngiliz ve Amerikan kurgu romanları alanında diğer tüm Avrupa ülkelerinden daha çok çeviri yayınladı. Ancak net olan bir şey vardı ki; ‘’…Dış etkilere bu denli açık olmak, faşist devrimin kendi kültürünü yaratmak ilkesine zarar vereceğinden, mevcut rejim bu kültürel hoşgörü ortamına izin vermeyecekti…’’ (Rundle, 1999:428). Bu gerçek, rejimin, İtalya kültürünü öne çıkarma emeli ile birleşerek Kültür Bakanlığının çeviriye ilişkin katı yasalar çıkarmasına yol açtı.

Bundan böyle yayıncılar, herhangi bir yabancı dilde kitabın çevirisini yayınlamadan önce bakanlığa bildirmek ve izin almak zorundaydı. Dahası; faşist otoriteler, imajları ve dünya görüşleri açısından aşırı hassas olduğundan tüm kurgu kitabı çevirileri ve hatta eğlence amaçlı eserler de sınırlı olmak ve tekrar tekrar ‘düzenlenmek’ (sansürün edebiyattaki adı da denilebilir [Peter Fawcett 1995:184]) mecburiyetindeydi. Bir eserin basıldıktan ve yayınlandıktan sonra yasaklanması yayıncılar için çok büyük bir maddi kayıp anlamına geldiğinden, yayın öncesi otosansür uygulamakla da yükümlüydüler.

kaynak: https://imgix.ranker.com/user_node_img/50068/1001349283/original/reading-at-his-desk-in-rome-italy-1931-photo-u1?w=650&q=50&fm=jpg&fit=crop&crop=faces

Rejimin yabancı düşmanlığının ve çeviriye yönelik tutucu yapısının en iyi örneklerinden biri; birçok İtalyan yazarın çabalarıyla çevrilen ve yine bir roman yazarı olan Elio Vittorini tarafından düzenlenen, iki ciltlik çağdaş Amerikan edebiyatını antolojisi Americana’dır. Rejimin, Amerika’ya ve hatta Amerikan edebiyatına dahi saygı göstermeme tercihi nedeniyle antolojinin basımı iki kez yasaklandı. Sonunda yayınlanmasına izin verildiğinde ise rejimin fikirleri doğrultusunda birçok bölümü silinmişti.

Amerika’ya yönelik tutumun bir diğer örneği, çocuk dergileri ve macera hikayeleriydi. Franco hükümeti, yeni nesilleri kendi doğruları doğrultusunda korumak ve yönlendirmek istiyordu. Bu amaçla Buffalo ve Mandrake gibi ‘’zararlı(!)’’ karakterleri kitaplardan çıkarıyor ve Anglo- Sakson karakterler yok edilerek daha İtalyan bir hale getiriliyordu.

Mussolini iktidarının manipülatör taktikleri ve baskıcı önlemlerinin amacı; faşist değerleri yücelterek ve İtalya kültürünü dış etkilerden soyutlayarak mevcut rejimin gücünü pekiştirmekti. Ancak İtalya halkı farklı kültürlere açık bir toplumdu ve rejimin çeviri endüstrisi üzerindeki sansür baskısı başarılı olamadı.

Nazi Almanya’sında Çeviri ve Sansür

Nazi Almanya’sında çevirmenler, yerel kültürün düşmanları olarak görülmekteydi. Öyle ki Nazi yandaşı gazeteciler, çevirmenlerden, ‘’Alman toplumunun bütünlüğüne yönelik tehdit ve kendi kültürel üretimine yönelik tehlike’’ olarak bahsediyorlardı. Bu nedenle rejim, Nazi yandaşı edebiyatı teşvik edip Nazi karşıtı tüm görüşleri yasaklayarak dış unsurların etkisini azaltabileceğini düşündü. ‘’İyi bir eser; ırk, sağlık, saflık, liderlik, erkeklik/kadınlık motifleri ve şeytani şehir hayatını reddeden kırsal yaşam unsurları ile Alman ruhunu ifade etmeliydi.’’ (Sturge, 1999:137) böylelikle sansür, Nazi ideolojisiyle uyumlu unsurları ve Alman toplumunu dış etkilerden korumak(!) üzere kullanıldı.

kaynak: https://i.pinimg.com/564x/55/00/e7/5500e7876207e0062ecd712dee3bbae9.jpg

1930’lu yıllarda, otoritelerin kitap ve çevirilere yönelik tutumu öngörülemez hale gelmişti ki bu, yayıncılarda korku ve güvensizliğe neden oldu. Bastıkları kitaplara gelecek cezalar yayınevlerini iflas noktasına sürükleyeceğinden, otosansür zorunlu hale gelmişti. 1933’ten sonra yayınlar ve özellikle çeviriler üzerinde kontrol daha düzenli hale geldi ve yayın öncesi sansür devreye girdi. ‘’Bundan böyle sansür sistemi, Propaganda Bakanı Goebbel ve gestapo (gizli polis örgütü) tarafından yürütülecek ve sistem gereği kitaplar satılamadığı ve kütüphanelerde bulunmadığı için okuyuculara ulaşamayacaktı.’’ (Sturge, 1999:138)

Savaş başladığı andan itibaren, dış güçlerin alman kültürüne haince saldırdığı iddia edilerek karşıt tüm ülkelere ait kitapların çevirisi yasaklandı ya da yoğun bir şekilde sansürlendi. Dr. Kate Sturge, rejimin siyasal eğitim amaçlı yayınladığı Bucherkund edebiyat dergisi tarafından uygulanan propaganda taktiklerini anlatıyor: ‘’1934-1944 yıllarında aylık yayınlanan dergi; ‘önerilen’ ve ‘önerilmeyen’ eserlerden, İngilizce, Fransızca ve çağdaş edebiyat eserlerinin değerlendirilmelerinden oluşuyordu. Ancak zamanla İngilizce ve Fransızca çeviriler dergiden çıkarılmaya ve daha dostane ülkelerin (!) dillerinden çevirilere yer verilmeye başlandı. Alman okuyucuların kafasında, Nazi ideolojisine uygun yabancı kültür imajı oluşturulabildiği ve ‘yabancılık’ algısı azaltılabildiğinde, Almancaya yapılan çeviriler hoş karşılanmaya başlanmıştı.’’

Sturge, Fransız ve İngiliz edebiyatından Almanca’ya yapılan çevirilere ilişkin şunları belirtiyor: ‘’Eserlerin Almanca versiyonları Nazi fikirleriyle tam olarak uyuşarak kaynak kültürün daha aşağı olduğunu göstermek zorundaydı. Julien Green’in Minuit eseri öyle bir şekilde çevrilmişti ki Fransızlar için korkunç ve nihilist bir betimleme söz konusuydu. AG Macdonnels’in Autobiography of a Cad kitabının çevirisi, İngilizlerin ne kadar yozlaşmış bir millet olduğunu anlatıyordu.’’

kaynak: https://volksbetrugpunktnet.files.wordpress.com/2018/05/zensur.jpg?w=593

Nazi baskısının hissedildiği tek alan yalnızca çeviri edebiyatı değildi; tiyatro gibi çevirinin dolaylı yoldan kullanıldığı diğer sanatsal alanlarda da bu baskı yoğun bir şekilde hissediliyordu. ‘’Almanlar, sahneyi, ahlaki ve etik değerler ya da siyasi tartışmalar için bir forum olarak görüyordu.’’ diyor, yazar Anthony Meech. Rejim, yabancı ve farklı unsurları Alman tiyatrosundan çıkartmayı şart koştuğundan, dönemin Kültür Bakanlığı da sahnede sergilenecek senaryolara sansür uygulamaya yönelik güç ve baskı yoluyla hareket ediyordu.

Nazi Almanya’sında çeviri, erek kültürün asimilasyonuna yol açacak bir istila anlamına geliyordu. Sonuç olarak, rejimin normlarıyla uyuşmayan çeviriler sansür ve engele maruz kalırken çevirmen ve yayıncılar ise sürgün ve hatta ölüm cezası ile karşı karşıya kaldı.

Franco İspanya’sında Çeviri ve Sansür

‘’En genel anlamıyla kültür sansürü, Franco rejimin temel taşlarından birisiydi. Diktatörlüğünün en önemli unsurlarından biri olan sansür olmasa İspanya toplumu üzerinde otorite kurması mümkün olmazdı.’’ diyor, yazar Crespo Itziar. Diğer tüm diktatörler gibi Franco’nun amacı da rejiminin fikirlerini kabul ettirmek ve bu süreci istediği gibi ilerletebilmek için İspanya kültürünü dış etkilerden soyutlamaktı. Bu doğrultuda üç alana sansür denetimi zorunlu kılınmıştı: kitap, sinema ve tiyatro, bilgi.

Bu üç alanda faaliyet gösteren ilgili bölümler, rejimin ideolojisiyle ters düşen tüm eserleri yasaklamakla yükümlüydü. Özellikle cinsel ahlak, siyaset, din ve kullanılan dil; sansür uygularken baz alınacak en temel noktalardı. Kitaplar söz konusu olduğunda yönetim sansür uygulamakla kalmıyor; yazar, çevirmen, editör ve yayıncıları da otosansür uygulamak zorunda bırakıyordu. Yalnızca İspanya siyasetini olumlu değerlendiren eserler yayın izni alabiliyordu ve cumhuriyetçi pek çok yazar, Franco’nun görüşlerini reddettikleri gerekçesiyle sürgüne gönderiliyordu.

kaynak: https://orig00.deviantart.net/d3c3/f/2013/005/4/3/yet_another_anti_censorship_picture_on_deviantart_by_purpleleo-d5qhx77.jpg

İspanya’da çeviri edebiyatının doldurması gereken büyük bir boşluk olmasına rağmen sadece küçük çaplı bazı yabancı yazarların eserlerine izin veriliyor ve büyük yazarların eserleri de ya manipüle ediliyor ya da yasaklanıyordu. ‘’Çeviri, savaş sonrası İspanya’da yönetim baskısı nedeniyle öyle bir hal almıştı ki; çevirmenler neredeyse dilsel becerilerini kaybetmeye zorlanıyordu. ‘’ (Itziar, 1999:83)

Ernest Hemingway’in Irmağı Geçmek adlı romanında Franco’nun fiziksel betimlenme tarzı doğru bulunmadığı için tüm İspanyolca basımlarda ilgili ifadeler silinmişti. Aynı yazarın senaryosunu yazdığı, savaş döneminde cumhuriyetçilere maddi yardım amaçlı çekilen film The Spanish Earth’in senaryo metni de yasaklanmıştı. (Itziar, 1999:76)

İspanya film endüstrisinde dublaj, yaygın bir durumdu ancak ulusal dili tektipleştirerek ve zorunlu kılarak milli duyguları pekiştirmek için ideolojik bir araç olarak kullanılıyordu. Öyle ki orijinal ses ve sözler siliniyor, diğer dillerde erişim de kısıtlanıyordu. Tüm bunlarda amaç; yabancı ögeleri saf dışı bırakmak ve filmlerin İspanya’da Franco normlarına uygun çekildiği yanılsamasını oluşturmaktı.

Prof. Dr. Jeroen Vandaele, Franco yandaşı kurulların, dışarıdan alınacak komedi filmlerini bile kendi mizah tarzları doğrultusunda seçtiğini belirtiyor ve örnek veriyor: ‘’Amerika ve Avrupa genelinde büyük başarı yakalayan iki komedi filmi The Apartment ve Some Like It Hot’ın evlilik dışı ilişki, intihar eğilimleri ve alkolizm gibi noktalara değindiği sahneleri yasaklanmış, filmde komediye dair ne varsa değerlere aykırı bulunarak silinmiş ya da değiştirilmişti. Sonuç olarak ortaya manipüle edilmiş veya yeniden yazılmış filmler çıkmıştı.’’

Franco İspanya’sındaki yabancı düşmanlığı; rejimin kültür politikasının, ülkenin kendine özgü kültür yaratmaktan ziyade alternatif kültürlerin gelişimini kontrol altında tutmayı hedeflediğini gösteriyor. Franco’nun katı ve kısıtlayıcı bir sansür sistemi oluşturması ve dış unsurların İspanya’ya girişini kendince düzenlemesi de bunu göstermektedir. Ancak Batı’nın etkisi o kadar güçlüydü ki Franco’nun önlemleri yeterli ve etkili olamadı ve düşünce özgürlüğüne izin vermek ve katı yasalarını hafifletmek zorunda kaldı. Böylelikle İspanya’da sansür, direnişini giderek kaybetti ve sanatsal uyanış ortaya çıkmaya başladı.

Sonuç

Etki ettiği tüm alanlarla birlikte çeviri, ilgili otoriteler için güç oyununa oldukça müsait bir saha konumundadır. Söz konusu güç oyunundaki aktörlerin hedefleri ve nedenleri; finansal hırstan toplumsal davranışı kontrol altında tutma isteğine, kendi normlarını yaşatma arzusundan kültürel hakimiyet kurma çabasına kadar değişebilir. Ne zaman ki çevirinin doğasına müdahale edilir ve sansür gibi zorbalıklara maruz bırakılır, işte o zaman toplum için kültürel ve etik bunalımlar kaçınılmaz olur. Avrupa tarihi başta olmak üzere dünya tarihinde de bu durumun en belirgin örneği, yukarıda anlatıldığı üzere, çevirinin tehdit olarak görüldüğü ve dışarıya karşı alınacak en etkili önlemin sansür sanıldığı çevrelerdir.

kaynak

Tags: