İnsanlar, yüzyıllar boyunca dil sayesinde birbiri ile zihinsel aktarımda bulundu. Tüm diller; sessel özellikleri, söz dağarcıkları, farklı yapıları gibi noktalarda birbirinden ayrılıyor. Peki iletişim kurmamıza olanak sağlayan dil olgusunun düşünme şeklimiz üzerinde etkisi var mıdır? Bu, uzun yıllar boyunca insanların sorguladığı ve çıkarımda bulunduğu çok eski bir soru. Öyle ki Roma imparatoru Charlemagne, dilin yarattığı gerçekliğe vurgu yaparak ‘’İkinci bir dil bilmek, ikinci bir ruha sahip olmaktır.’’ diyordu. Diğer yandan Shakespeare, Juliet’e ‘İsmi farklı olsa bile gül yine aynı kokardı.’ dedirterek dilin, farklı bir gerçeklik yaratmadığını öne sürüyordu. Bu tür sorular ve cevaplar uzun zaman tartışmaya açık kalmış olsa da günümüzde daha kesin veriler elde edebileceğimiz araştırma sonuçlarımız var. Bilişim uzmanı Lera Boroditsky, verdiği örneklerle bu soruyu cevaplıyor.
Araştırma yaptıkları bir Aborjin toplumu olan Kuuk Thaayorre insanları, kendi dillerinde ‘sağ’ ve ‘sol’ sözcüklerine sahip değiller. Bunun yerine her şey için coğrafi yönleri kullanıyorlar. İlginç gelebilir ancak bu toplumda şöyle bir cümle duymanız çok muhtemel: ‘’Bacağının güneybatısında bir karınca var.’’ ya da ‘’Bardağını biraz kuzeydoğuya çeker misin?’’ Birisiyle karşılaştığınızda ‘merhaba’ dedikten sonra ne tarafa gittiğini sorarsınız genellikle. Söz konusu toplumda selamlaşmanın ötesine geçebilmek için de onlar gibi düşünebilmeniz gerecektir zira nereye gittiğinizi ‘’kuzeydoğu yönünde uzağa’’ benzeri bir ifade ile belirtmelisiniz. ‘’Bu insanlar yön algısında çok iyiler.’’ diyor uzman Boroditsky, ‘’Farkında olmasak da dilimiz ve kültürümüz bizi eğitiyor, yönlendiriyor.’’
Uzman, salondaki dinleyicilerden gözlerini kapatarak güneybatıyı göstermelerini istiyor ve herkes bambaşka yönlere işaret ediyor. Oysaki Kuuk Thaayorre topluluğunda 5 yaşındaki bir çocuk, tereddüte düşmeden bu isteği yerine getirebilirdi. Bu da diller arasında inanılmaz bir bilişsel farklılık olduğunu ortaya koyuyor.
Dilin zaman algımız üzerinde de etkisi var. Bir bireyin beş farklı fotoğrafını çocukluktan yetişkinliğe doğru sıralamasını istediğimizde, İngilizce konuşan denek soldan sağa doğru sıralarken Arapça konuşan denek sağdan sola doğru sıralıyor; yazı yönünün zihinsel algı üzerinde bariz bir etkisi olduğunu görüyoruz.
Peki, Kuuk Thaayorre insanları bu dizilimi nasıl yapardı? Denek, güneye doğru oturduğunda soldan sağa; kuzeye doğru oturduğunda ise sağdan sola doğru yapıyor. Doğuya doğru oturduğunda ise zaman, kendisinin önüne geçmiş oluyor ve batıya doğru sıralama yapıyor. Bedenlerini ne yöne çevirirlerse zamanın da buna uygun akmasından anlıyoruz ki; onlarda zaman, beden üzerinde değil; çevre üzerinde var oluyor.
Diller, renk spektrumu konusunda da ayrılıyor. Bazı dillerde her renk için ayrı bir kelime varken bazılarında ‘açık’ ve ‘koyu’ kelimeleri, bir rengin her tonuna gönderme yapıyor. İngilizce’de mavinin hemen her tonunu mavi kelimesi ifade ederken Rusça’da durum farklı; açık ve koyu mavi arasındaki farkı çok daha hızlı ve ayırt edici bir şekilde görebiliyorlar. İngilizce konuşan bireylerde, beynin, bir rengin açıktan koyuya giden tonlarına bakarken verdiği tepki ile Rusça konuşan bireylerde beynin verdiği tepki farklı; Rusça’da renkler daha özgün kelimelerle zihne kodlandığı için beyin kategorisel olarak daha büyük bir değişim algılıyor.
Pek çok dilde isimlerin dilbilimsel cinsiyeti bulunmaktadır ve bu cinsiyet bir kelime için farklı dillerde değişim gösterebilmektedir. Peki dilin bu özelliği de insanların düşünme şeklini etkiliyor mu? ‘Köprü’ ismi Almanca’da dişil; İspanyolca’da eril bir kelimedir. Almanlara bir köprü görseline ilişkin yorumları sorulduğunda ‘güzel, şık’ gibi feminen ifadeler kullanırlarken İspanyollar ‘dayanıklı, uzun’ gibi daha maskülen ifadelere yer verdiler.
Diller, olayların yorumlanması hususunda da farklılık gösteriyor. Birisinin bir vazoyu yanlışlıkla düşürdüğünü hayal edin; İngilizce’de ‘’O, vazoyu kırdı.’’ şeklinde bir cümle kurabilirken İspanyolca’da kazara olan bir durumu pasif yapıda belirtmeniz gerekir. Peki bu durumun zihinsel etkisi nedir? Farklı dilleri konuşan insanlar, dilin gerektirdikleri doğrultusunda farklı şeylere dikkat ederler ve olayları yorumlama şekilleri de farklıdır. Aynı kazayı İngilizlere ve İspanyollara gösterdiğimizde İngilizler, eylemi kimin yaptığını daha iyi hatırlarken; İspanyollar, eylemin ardındaki niyeti hatırlamaya daha yatkın oluyorlar. Dil, olayların muhakemesini yapma yetimize yön veriyor. Görgü tanıklığı açısından örnek verecek olursak; ‘’Vazo kırıldı.’’ yerine ‘’O, vazoyu kırdı.’’ dersem suçlamaya daha meyilli olacaksınızdır.
Dil, çok erken gelişen etkilere neden olmakta ve algısal kararlarımızda rol oynamaktadır. Dilbilimsel çeşitliliğin güzel yanı; insan aklının ne kadar yetenekli ve esnek olabildiğini göstermesidir. Dünya üzerinde ortalama 7,000 dil olduğundan yola çıktığımızda insan aklının 7,000 farklı bilişsel dünya yaratabildiğini görüyoruz.
Olayın kötü tarafı ise bu çeşitliliği kaybediyor olmamız. Her hafta bir dilin kaybolduğunu göz önünde bulundurduğumuzda yüz yıl içerisinde dünyadaki dillerin yarısının yok olacağı gerçeğiyle karşılaşıyoruz.
İnsan aklı ve beyni üzerinde çalışma yapan öğrencilerin neredeyse tamamının İngilizce konuşuyor olması ise diğer herkesin hariç tutulduğu anlamına geliyor ki bu, insan aklı ile ilgili bilgilerimizin kısıtlı ve yanlı olduğunu gösteriyor. Bilimin çok daha iyisini yapması gerekiyor ve bu da yine insanlara çıkıyor.
Farklı dillerin insanların düşünme biçimini nasıl etkilediğini anladığımız noktada kendimize yöneltmemiz gereken sorular var: Niçin böyle düşünüyorum? Nasıl daha farklı düşünebilirim?
Aslında bu yazı bana direkt olarak Kohlberg’ in Ahlak Gelişim Evrelerini hatırlattı.
Özellikle de suçlama eğiliminden dolayı;
İtaat ve Ceza Dönemi: Davranış sonucunda sadece doğru ve yanlışa bakılır. Doğru ve yanlışı belirleyen ödül ve cezadır. Otorite varsa kural vardır. Birey bu aşamada dürtüsel hareket eder ve kurallar tamamen dışsaldır.