Akademisyen, müzisyen, sporcu, yazar, Demonolog, Halk Bilimci… 10 parmağında 11 marifet Seçkin Sarpkaya bugün konuğumuz.

Lohusa kadınların büyük korkusu albastılar, düğünleri ve eğlenceleriyle cinler, küplere binip genç kızları kaçıran cadılar, devasa kazanlarının başındaki dev anaları, ejderha, şahmaran, canavar, peri, Şubat karısı ve nice demonlar… Karşılaştığım  “Türklerin Şeytani Masalları: Türk Masal ve Efsanelerinde Demonik Varlıklar Kitabı Çıkıyor” başlıklı FRPNET haberiyle aklımdan ilk geçenler bunlar oldu.

Kimi zaman kitaplarda okuduğumuz, kimi zaman da büyüklerimizden dinlediğimiz ürkütücü ama  bir o kadar da ilgi çekici bu hikayelerin demonik kahramanları artık Seçkin Sarpkaya’nın Türklerin Şeytani Masalları: Türk Masal ve Efsanelerinde Demonik Varlıklar kitabında. Mitolojiyle ilgilenen herkesin ilgisini çekecek bu kitap bize Türkiye sahasındaki masal ve efsanelerin demonlarını anlatıyor. Sunuş kısmını Prof. Dr. Metin Ekici’nin ve arka kapak yazısını Yedikuleli Mansur’un yazarı Mehmet Berk Yaltırık’ın üstlendiği bu kitap, Seçkin Sarpkaya’nın “Türkiye Sahası Masal ve Efsanelerinde Demonolojik Varlıklar” adlı yüksek lisans tezinin bazı değişikliklerle bize sunulmuş hâli. Yani bir roman değil, ciddi bir araştırma ürünü. Hazırlanırken yaklaşık 5000 masal ve efsanenin incelendiği kitabı okurken hiç de bu hisse kapılmayacak, kimi zaman bir ejderhanın koruduğu hazineyi görecek, kimi zamansa köyünün suyunu kesen bir devle savaşan genci izleyeceksiniz. Kısa süre önce ikinci baskısı çıkan Türklerin Şeytani Masalları’nın yayıncılığını Karakum Yayınevi, editörlüğünüyse Ömer Ünal yapıyor.

Yazar hakkında bilgi verme kısmını röportaja saklıyor ve röportaj talebimi kabul edip benimle bu keyifli sohbeti gerçekleştirdiği için kendisine teşekkürlerimi sunuyorum.

  1. Öncelikle sizi tanımamız için biraz kendinizden bahseder misiniz?

1 Ekim 1988, İzmir doğumluyum. Doğma büyüme İzmirliyim, birkaç kuşaktır İzmirliyiz. Ondan öncesinde kökenimiz Girit ve Balkanlar şeklinde karışık. Yörük bir aileden geliyorum. Hep İzmir’de yaşadım, bütün hayatım İzmir’de geçti. İşimle, akademisyenlikle, müzikle alakalı çok fazla şehir dışına gittim, yurt dışına da gittim geldim ama doğma büyüme İzmirliyim. Ege Üniversitesi, Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü’nde öğretim elemanıyım, okutman olarak görev yapıyorum. Enstitü’müzün birimi olan Türkçe Öğretim Merkezi’nde yabancılara Türkçe öğretme alanında okutmanım. Üniversitemize okumaya gelmiş lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencileri başta olmak üzere, dışarıdan da kursiyer olarak gelen yabancılara Türkçe öğretiyorum. Aynı zamanda yine aynı enstitüde Türk Halk Bilimi Anabilim Dalı’nda doktora yapıyorum. Yüksek lisansım da aynı Enstitü’de. Benim Ege Üniversitesi’nde 13. Yılım. 2005’te tıfıl bir çocukken bir girdim, hala oradayım. Lisansım Türk Dili ve Edebiyatı’nda, formasyonum Eğitim Fakültesi’nde, yüksek lisansım Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Halk Bilimi’nde yine. Şimdi Prof. Dr. Metin Ekici danışmanlığında doktoramı yapıyorum. Kitaplaşan yüksek lisans tezimden birazdan bahsedeceğiz. Şimdi de çoğunluğu Azerbaycan Türkleri olmak üzere İran, Tebriz’de yaşayan Türklerin sözlü kültüründen masallar üzerine çalışıyorum.

  1. Sizi biraz takip eden biri çok yönlü bir insan olduğunuzu hemen kavrayacaktır. Bize akademik kariyeriniz dışında ilgilendiğiniz, sevdiğiniz şeylerden bahseder misiniz?

Akademik kariyerim dışında ilgilendiğim şeyler temelde spor ve müzik. Önce müziği anlatayım. 2005 yılında Gates of Eternity adıyla bir grup kurdum, kurucusuyum, kurucu müdürüyüm (gülüyor). Çok yakın arkadaşım olan gitarist Soykan Aydın’la beraber kurduk, 2009-2010 yıllarında gruptan ayrıldı ama hala arkadaşızdır, çok severim. Elemanlar çok fazla değişti ama şöyle bir şey var: Bizim eski elemanlarımız da yakın arkadaşlarımız. Hala birçoğuyla görüşür, çalarız. 2005’ten beri aktif şekilde 2014’e kadar çaldık. 2014-2017 arası durduk, hiçbir şey yapmadık. Bir dönem Between The Colours adıyla aktif olduk. Şimdiye kadar 4 EP, bir de uzun albüm yayınladık. 2017’de Garden of Hate ve No Name adlı parçalardan oluşan Garden of Hate adlı iki parçalık bir EP yayınladık. İzmir’de sahne aldık, yakın zamanda yine İzmir’de sahne alacağız. Grup elemanları olarak birbirimizin en yakın arkadaşlarıyız ve death metal, metal core alanlarında böğürtülü, bağırtılı bir müzik yapıyoruz.

  Onun haricinde aktif şekilde spor yapıyorum. Futbol oynadım uzun yıllar, koşuculukla uğraştım, dövüş sporlarıyla uğraştım. Ringe çıkmadım tabii ki, müsabaka yapmadım. Sadece spor olarak uğraştım. Yine sporcu olarak değil ama iyi derecede yüzücüyüm. Bunların dışında fitnessla sık sık uğraşıyorum ama aktif olarak uğraştığım spor bisiklet. Sık sık –bugünkü 80 kilometrelik tur gibi- bisikletle tura çıkıyorum İzmir’in farklı yerlerinde. Genelde uğraştıklarım bu kadar.

  1. Sporun kurduğunuz düzene ve akademik hayatınıza katkısı nedir?

Spor başlı başına insana katkıda bulunan bir şey. Şimdi burada “Spor şöyledir. Spor böyledir.”e girmenin çok da alemi yok. Kaydı uzatır, sen deşifre edeceksin. (gülüyor) Tabii ki de hayatımın her alanına faydası oluyor. En basitinden gergin süreçlerden geçiyorsun, ciddi işlerle uğraşıyorsun, sürekli bir ciddiyet halindesin ve kalabalıklardan, işten güçten biraz uzaklaşıp rahatlamak bisikletin bendeki en büyük fonksiyonu. Tıpkı fantastik edebiyata nasıl kaçış edebiyatı denir -kabul ederim bunu, severim de bu özelliğini- bisiklet de benim için bir kaçış sporu, kaçış aracı. Tabii ki de kurduğum hayata etkisi çok: Rahatlıyorum, eğleniyorum, üstümdeki gerilimi atıyorum ve oradan aldığım keyifle, güçle, rahatlamayla hayatımın geri kalanına daha iyi devam ediyorum. Bana en büyük katkısı bu. Kaliteli vakit geçiriyorum ve hayatımın geri kalanını kaliteli geçirmeme yardımcı oluyor.

  1. Fazlasıyla enerji dolu bir insansınız, bunu karşınızdaki kişiye sizinle tanıştığı ilk andan itibaren yansıtıyorsunuz. Akademisyenlik, doktora öğrenciliği, yazarlık, müzisyenlik, sporculuk derken hiç durmadan birçok şeyle ilgileniyorsunuz ve en güzeli de hepsinde başarılarınız ve üzerlerinde yoğun bir emeğiniz var. Tüm bunlarla ilgilenirken yaşadığınız zorluklar neler oluyor ve size motivasyon sağlayan nedir? Bizlere motivasyon ve enerji sağlama konularında ne gibi öneriler verebilirsiniz?

Bana motivasyon sağlayan tek şey uğraştığım şeyleri sevmem. Başarı tabii ki önemli, “Şunu başarayım, şunu yazayım.” diyebilmek önemli. Ben her sabah bir önceki Seçkin’den daha iyi olmaya çabalıyorum ben. Başarıyorum, başaramıyorum; en azından bazı noktalarda, özellikle kişisel noktalarda onu ben değerlendiremem. Ama her sabah bir öncekinden daha iyi bir noktaya taşımaya çalışıyorum kendimi. Benim temel motivasyon kaynağım sevmek. Uğraştığım işleri seviyorum, severek yapıyorum. Tabii ki zorluklarla karşılaşıyoruz. Ortalama insanlar olarak herkesin karşılaştığı maddi-manevi sorunlar var. Ben de karşılaşıyorum ama bir şekilde uğraştığım işleri seviyorum. İrili ya da ufaklı bir şey başardığımda –sonuçta Amerika’yı yeniden keşfetmiyorum, dünyayı kurtarmıyorum-, hedeflediğim, planladığım bir şeyi başardığımda herkese gelen klasik rahatlamayı yaşıyorum. Ama tekrar tekrar söylüyorum: Ben uğraştığım şeyleri seviyorum. Benim en büyük motivasyon kaynağım bu. Seviyorum ve uğraşıyorum.

  1. Türk mitolojisine ilginiz nasıl başladı?

Türk mitolojisine ilgim çocukken başladı. Ben çok kitap okunan bir aileden geliyorum. Amcamların, bizim, ailedeki herkesin kitaplığı vardır. Ve bizde çocuklara kitap hediye alınırdı. Gömlek, ıvır zıvırın yanında hediye olarak çocuklara kitap alınırdı. Kitap okunan bir aileydi ve biz çocuklar olarak gördük, okuduk. Yıllar önce ben tek boynuzlu atla ilgili bir hikâye okudum ama hikâye kimin, yazarı kim hiçbir fikrim yok. Kuşadası’nda sahilde tek boynuzlu bir atla ilgili bir hikâye okudum. Tekrar söylüyorum ama hikâye kimin, yazı kimin hiçbir fikrim yok. Sonra bu tarz şeylere ilgimin olduğunu gördüm. Filmlerde, çizgi filmlerde yaratıklara, mitolojik varlıklara, olağanüstü şeylere, fantastik ve bilimkurgu olan şeylere ilgim olduğunu fark ettim çok küçük yaşta. Bir süre sonra da kapağı yırtık, künye bilgisi olmayan bir kitaptan Yunan mitolojisini okudum. Sonradan bu kitabın Behçet Necatigil’in 100 Soruda Mitologya’sı olduğunu öğrendim. Yıllar sonra öğrendim ama o kitabın bu olduğunu. Çünkü o kitabı biri hediye etmişti ve kapağı, künye kısımları yırtıktı. Herhalde üzerinde de yazmıyordu veya küçüktüm hatırlamıyorum. Sonra “Aa, ben bu kitabı okumuşum.” dedim. O dönem Yunan mitolojisiyle, Mısır mitolojisiyle alakalı filmler de vardı. Sonraları okurken korku edebiyatını çok sevdiğimi fark ettim. O dönem kırmızı kitaplar vardı, seriyi hatırlamıyorum şu anda. Çok severek okuduğumu fark etmiştim fantastik kitapları, masalları vesaire. Her şeyden daha hevesli okuduğumu fark ettim. Sonra aklıma takıldı, dedim “Türk mitolojisi yok mu?” çocuk yaşta. Büyüklerimle tartıştım “Yunan mitolojisi var, Mısır mitolojisi var. Türk mitolojisi yok mu?” diye. Ailem, kuzenlerim de beni çok iyi yönlendirdi bu konuda. Oğuz Kağan’ın, Dede Korkut’un çocuklar için yazılmış versiyonlarıyla tanıştım.  Dedim: Tamam işte, bizim de var! Tabii ki dünya mitolojilerini okumaya devam ettim, hiçbirinden kopmadım. İlla Türk mitolojisini okuyacağım diye dünyanın geri kalanını bırakmamak gerekiyor. Ama “Hakikaten bizim de var, Oğuz Kağan var, destanlarımız var.” vesaire derken hikâye geldi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne dayandı. Oradan sonrasında zaten mevzunun içine girmiş oldum.

  1. Türk mitolojisi denince akla hangi kavramlar geliyor?

Hiçbir şey gelmiyor. Neden gelmiyor? Bunu anlatmak istiyorum çünkü Türk mitolojisi kavramıyla ilgili bilinç yeni yeni oluşmaya başladı. İnsanlar Altay Türklerinin mitolojisini tanımaya başladı. O kadar uzun süredir dünyada İskandinav, Mısır mitolojilerine falan maruz kalıyoruz ki –Bu maruz kalmak kötü anlamda değil. Yoksa severek takip ediyorum. Thor’u, Odin’i falan hepimiz seviyoruz- insanlar şunu demeye başladılar: N’oluyoruz? Bizde de var! Bence Türk mitolojisi dediğimizde insanların aklına destan ve efsaneler geliyor, özellikle destan. Makul bir şey çünkü mit anlatıcılığını takip eden unsur destan ve o yüzden Türk destanları geliyor akla. Olması gereken de bu. Normal olan da bu. Yanlış bir durum da değil akla Dede Korkut’un gelmesi, Oğuz Kaan’ın gelmesi. Çok çok büyük de bir problem değil ama Türk mitolojisi farkındalığı yeni yeni oluşmaya başladı. Bu iyi bir şey. Gidişat iyi ama akla kısmen destan geliyor ve o kavram yeni oluşmaya başladı.

  1. Makalelerinizde özellikle mitolojik unsurlar üzerine çalışmışsınız. Soracağım soru elbette ayrı bir araştırma konusu oluşturuyor fakat bize kısaca fantastik edebiyat ve mitoloji arasındaki ilişkiyi açıklar mısınız?

Bu çok büyük bir bağlantı. Fantastik edebiyat doğrudan doğruya mitolojiden besleniyor ve temel beslenme kaynaklarından biri mitoloji. Bugün Yüzüklerin Efendisi’ne “Tolkien mitolojisi” deniyor. Birtakım araştırmacılar, yazarlar tarafından “diyar fantazyası” olarak da adlandırılır ki katıldığım bir adlandırmadır diyar fantazyası, yine birtakım kelimesini olumsuz anlamda söylemedim. Yine onlar tarafından diyar fantazyası yarattığı söylenir Tolkien’in. Şu an Kullervo’nun Hikâyesi’nin ön sözünü okuyorum, birlikte almıştık o kitabı. Orada da bahsediliyor, bir doktora tezi var Genesis of Tolkien diye. Silmarillion’la birlikte Tolkien’in amacı bir İngiliz mitolojisi yaratmak. Makul bir şey Tolkien kafasındaki bir adam için, oldukça makul. Çok da güzel yapmış. Rehberimiz, önderimiz. (gülüyor) Tabii ki de fantastik edebiyatın temel beslenme alanlarından biri mitoloji. Bütün fantastik edebiyat yazarları mitoloji bilen insanlar. Ha kullanmışlardır ya da kullanmamışlardır belli olmaz çünkü fantastik edebiyat da kendi içinde birçok türe ayrılıyor. Ama bunların hepsi mitoloji bilen insanlar. Doğrudan doğruya mitoloji, fantastik edebiyatın beslenme kaynaklarından biri. Çok detaylı anlatılabilir şu yaratıklar kullanılıyor, şu yaratıklar hikâyeye dâhil ediliyor diye örnekler çoğaltılabilir. Tolkien’den girersin, Rowling’e, Harry Potter’a kadar gelirsin. Neil Gaiman’a gidersin, Patrick Rothfuss dersin, her şeyi söyleyebilirsin. Fantastik edebiyatla birlikte bugün ütopya, distopya, bilimkurgu, korku edebiyatı yazan insanlar mitoloji bilen insanlar ve etkilendikleri kaynaklar arasında mitoloji var. Bunu kullanıyorlar.

  1. Çalışmalarınızda işlediğiniz Türk mitolojisi öğelerinden en çok hangisi ilginizi çekti?

Naçizane benim favori varlığım ejderhadır. Bir ejderham olsun çok isterdim ya, kim istemez ki değil mi? (gülüşmeler) Ejderhalar çok ilgimi çeker ve Hazreti Hızır… Yol tanrısıdır eski Türk inançlarında ki Hızır çok kültürlerarasıdır. St. George olur, başka bir ad alır. Darda olanlara koşan, iyilere yardım eden bir karakterdir. Muazzam. Hızır çok ilgimi çeker, çok duygusaldır benim için. Ejderhayı çok severim canavar vesaire tayfasından ama Hızır da çok ilgimi çeker. Şimdi ona mitik bir varlık mı diyelim, dini mi diyelim çok ayrı bir tartışma. Buna hiç girmiyorum ama Hazreti Hızır çok ilgimi çeker. Hızır’la alakalı çok ciddi okumalar yaptım ama Hızır’la ilgili hiçbir şey çalışmadım. Kafa yapısı olarak ezilen fakirlerin tarafında olduğum için, kendim de öyle bir hayattan geldiğim için fakirlerin, kimsesizlerin umudu, sokaktakilerin umudu, iyilerin ödüllendiricisi, zor günlerin, dar günlerin boz atlı Hızır’ı en sevdiğim figürlerden biri.

  1. Yüksek lisans teziniz aslında sıkça işlenmeyen bir konu üzerine. Özellikle korku öğeleriyle ilgilenmenizin sebebi nedir?

Hep söylediğim bir cümle var: Benim hobim akademik alanıma dönüştü. Ben çocuk yaştan beri korku edebiyatıyla ilgileniyordum. Yüksek lisans ders yılımda Türk korku filmleriyle ilgili bir ödev hazırladım. Daha sonra bunu Gazi Üniversitesi’nde uluslararası bir sempozyumda bildiri olarak sundum. Türk korku filmlerindeki halk bilimi unsurlarını inceledim, daha doğrusu canavarları inceledim. Halk Bilimi disiplinini vurgulamak istiyorum özellikle. Türkoloji, Türk edebiyatı tamam ama biz Türk Halk Bilimi’ndeniz, ben bir Türk Halk Bilimcisiyim. Türk Halk Bilimi disiplininde yetiştim ve o disipline göre üretimlerde bulunuyorum. Ve hocalarımın yönlendirmesiyle, “Seçkin bu konu çalışılmamış, açık bir alan. Bir manyağın bunu çalışması lazım.” demesiyle o manyak da ben oldum. (gülüyor) Güzel de oldu. Hocalarımın ilgisi ve desteği de çok büyük oldu bu konuda. Ortaya çıkan üründen çok memnun oldular. Evet, bir ilk örnek. Bunu her zaman vurguluyorum. Uydurma bir metot denendi,-uydurma burada yine kötü anlamda değil- danışman hocamla motif indeksine göre yaptığımız bir kuramsal yaklaşım ama incelemenin içeriği olarak “Şöyle bir şey deneyelim.” diyerek oluşturduğumuz bir yapıydı. Güzel de oldu. Aldığı tepkiler de çok güzel oldu. Danışmanım olan Yardımcı Doçent Doktor Pınar Fedakar’ın yönlendirmesiyle, ortaya attığı fikirle böyle bir şey oluşturduk. Böyle bir boşluk vardı alanda, ben de bunu çalışmış oldum. İki sebebi var: 1. Ben seviyorum. Manyaklık, hani çocuk yaştan beri seviyorum. 2. Kesinlikle çalışılması gereken bir konu. Korku, temel unsurlardan biri. Açık ve net. En erken devirlerden beri insanın hissettiği bir şey. Korku doğuştan beri var veya sonradan kodlanır. Bu çok ayrı bir tartışmadır ama korku çok temel bir duygu. Dünyanın her yerinde korkuyor insanlar. Bunun bir şekilde incelenmesi gerekiyordu ki sanatsal anlamda da kullanılması için incelenmesi gerekiyordu. Bu şekilde başladı.

  1. Blog yazarı arkadaşlarımızın özellikle merak ettiği bir konuya değinmek istiyorum. Teze çalışırken 5000’den fazla kaynaktan yararlanmışsınız. Demonik varlıklarla bu kadar iç içe olmak sizi nasıl etkiledi, hiç korku yaratmadı mı?

Bir gün çalışıyorum, gece üçe kadar falan çalıştım. Yazın başı ve her gün cin, şeytan okuyorum. Sadece metinler de değil… Kaynaklar okuyorum, büyü kaynakları, el yazmaları gibi. “Okuyorum bunu ama çarpılmayayım.” diyorum vesaire. (gülüşmeler) Gece üç, üç buçuk falan ve evimde iki tane kedim var. Kapımı açtım. Bu ayrıntıyı veriyorum çünkü yaz geldiği için kapı, pencere kapatmıyoruz. Bizim evimizde de her zaman bir tane misafir kedi olur. İyileştiririz, sahiplendiririz onu. Arka odamız da kapalı. Biz yattık saat dört buçuk gibi. Sabah ezanı da başladı. Yan yatıyorum, arkam dönük kapıya. Ayrıntıları vereyim gösteremeyeceğim çünkü. Kedilerim de ayak ucumda yatıyor. Karanlık ve sabah ezanı var. Bak şimdi, atmosfere bak. (gülüyor) Kedilerim karanlığa doğru bakarak hırlayıp tıslamaya başladılar. “Çocuklar ne oluyor?” dedim. Kedilerimden biri kapıya doğru gitti. Yere, karanlığa doğru pati atıyor ve tıslıyor. “Ne oluyor lan?” dedim. Normalde hayatta korkmam. Gerçekten korkmam. Mezarlığa gece vakti giren, gezen bir adamım. İlgimi çekiyor çünkü. Korku değil bunların karşısında hissettiğim duygu. Merak. Sadettin Teksoy’un varisiyim, bunu her zaman söylerim. Yolundan gidiyorum. Dean Winchester, Van Helsing, Konstantin falan bunlara saygımız sonsuz ama ben Sadettin Teksoy’un varisiyim, onun yolundan gidiyorum. Buradan da sevgiler gönderiyorum Sadettin Abi’me. (gülüşmeler) Konuya dönelim. Ne oluyor dedim, hiçbir şey görmüyorum çünkü. Karanlığa falan hırlıyorlar. Meğerse o ufaklık kedinin kapısı açık kalmış. Çocuğum da evi gezerken benim odanın kapısına gelmiş. Benim kızlar da onu görüyorlar. Dövmüyorlar da, zarar da vermiyorlar, kovmaya çalışıyorlar. Tabii ben kalkıp ışığı açana kadar… Sabah ezanı… Karanlık… Bu da böyle bir anımdır. İşin esprisi bunlar tabii. Yaşadım bunları ama bir etki yaratmıyor. Varsa da varlar, yoksa da yoklar. O apayrı bir tartışma konusu. Varlığı ya da yokluğu konusundaki bir tartışmaya çalışmada da girmedim, benim işim değil o. İnanan için var. Kuran’da da geçiyor, bir Müslüman için var. Ben korkmadım çünkü estetik geliyor bana. Beğeniyorum demiyorum. Estetik, çirkin estetiği… Böyle adlandırdık, kitapta da var bu. Çirkin ucubenin, ötekinin, canavarın estetiği… Şimdi bir ejderha estetik değil mi? Muazzam bir şey. Bu da onun gibi. O yüzden korkmadım, dürüstçe söylüyorum. Korksam söylerdim. O akşam birazcık korkmuş olabilirim, tamam. (gülüyor)

  1. Faydalandığınız kaynakları nasıl seçtiniz?

Burada tezimin sınırlandırılmasını hemen söylemek istiyorum: Türkiye sahası diye belirledik ve masal ve efsane seçtik. Çünkü kitapta da bir cümle ile belirtiyorum, masal ve efsane olağanüstü varlıklar bağlamında çok kalabalık metinler, veri çok. O yüzden işlenebilir veri olarak bunu seçtik. Tabii ki faydalandığım kaynaklar arasında din, ilahiyat kaynakları da var. İlahiyat bu konuda çok çalışmış bir alan ve çeşitli tartışmaları bir kenara bırakırsak bu ülkede çok kıymetli ilahiyatçılar da var gerçekten bu işin iliminde, biliminde olan ve farklı disiplinleri bilen. Ülkedeki temel tartışmaları bir kenarda tutalım, onlar apayrı şeyler. Benim işim değil ama bugün Dokuz Eylül Üniversitesi’nin İlahiyat Fakültesi’ndeki kütüphanesi çok güçlüdür. Orada çok vakit geçirdiğim oldu benim. Çok fazla kaynak buldum, güçlüdür yani. Çok eksantrik bir konu çalışmama rağmen çok iyi karşıladılar beni,  ilgilendiler oradaki görevliler. Din bilimi, mitoloji, büyü, Spiritüalizm gibi konularla alakalı kaynakları topladım. İçinde cin, şeytan, dev, ejderha, kötü, kötülük, korku, canavar geçen her şeyi topladım ve işime yarayanları da kullandım.

  1. Yüksek lisans tezinizin Türklerin Şeytani Masalları’na dönüşürkenki süreci ve çıkışı nasıldı?

Uzun bir süre ben bu tezi yayınlatmaya heveslendim, olmadı. Olmamasının sebeplerine girmek istemiyorum çok fazla, yani röportajı bunlarla doldurmak istemiyorum. Tam vazgeçtiğim dönemde Gazi Üniversitesi’nden bir arkadaşım, Ömer Ünal ulaştı bana. Çok severim kendisini, Halk Bilimdaşım, Halk Bilimi alanında doktora yapıyor. Hocalarımız falan ortak çünkü Gazi’yle bizim dirsek temasımız çok yüksek. Çok da severim hocalarını. Hatta Gazi’de Halk Biliminde doçent olan Evrim Ölçer Özünel, yüksek lisans tez jürimdeydi. Ömer “Bizim böyle bir yayınevi var, gel bunu basalım.” dedi. İlk başta gelgitler oldu, olamayacaktı. Sonra dediler “Biz bunu basıyoruz.”. Ardından Haydar Barış Aybakır, reisimiz, başkanımız, sağ olsunlar çok emek verdiler. Gerçekten çok emek verdiler kitaplaşma sürecinde, bölümlerin şekillenmesi, başlıkların değişmesi, tekrar okumalarda. Defalarca okudular,  en az benim kadar okudular çalışmayı. Ömer editörlük yaptı. Gayet titiz de bir editörlük yaptı. Kendisi de Halk Bilimci olduğu için konuya da hâkim, konuya nasıl bakacağını biliyor. Burada onların da hakkını vermek istiyorum. Onların da emeğiyle böyle bir kitaplaşma sürecimiz oldu ve 6-7 aylık bir süreçti. Kitaplaştırıp yayına girdik ve Karakum Yayınevi etiketiyle basıldı.

  1. Korku edebiyatı üzerine çalışmak isteyen kişilere ve çevirmenlere tavsiyeleriniz var mı?

Çevirin! Gerçekten çok fazla çevrilmesi gereken kaynak var. Sadece edebiyat anlamında da değil, genel anlamda çok fazla çevrilecek şey var ve bunlar ulaşılabilir nitelikte şeyler. Eskisi gibi değil. Eskisi gibi gidin illa İngiltere’de kalın, kütüphanede toplayın gibi değil. Ulaşabiliyoruz. Mesela Howard Phillips Lovecraft’ın Edebiyatta Doğaüstü Korku’su yeni çevrildi. Çok, çok, çok önemli. Mesela Tolkien’in Beowulf’u, The Monsters and the Critics’i duruyor. Sadece korku edebiyatıyla ilgili değil ama bunlar çevrilmeli. Bugün Lovecraft’ın biyografisi Türkçeye yeni kazandırıldı. Bunlar çok kalburüstü isimler, ünlü ve direkt akla gelen isimler. Daha birçok kişinin korku, fantastik, bilimkurgu vesaire alanlarda birçok çalışması var çevrilmesi gereken. O yüzden çevirsinler.

Bu alanda çalışmak isteyen kişilere gelirsek çalışılması gereken, çalışılabilecek çok fazla konu var. Türk mitolojisi üzerine konuşmak istiyorum çünkü bu alan üzerine çalışan biriyim. Türk kültüründe sinema, dizi, hikâye, roman, senaryo, tiyatro hiç fark etmez, işlenebilecek zilyar tane malzeme var. Sadece bunu söylemek istiyorum: Biz buradayız. Ben sadece bu alanda çalışan bir adamım ama birçok hocamız var gerek alanda gerekse alan dışı olarak ilgilenen. Çok güçlü şekilde fantastik, korku, bilimkurgu edebiyatımız oluşuyor. Çok iyiye gidiyorlar. Çalışılabilecek, incelenebilecek çok fazla konu var. Bunların üzerine gitsinler, bizi bulsunlar. Bizim fikirlerimiz de, düşüncelerimiz de, kütüphanelerimiz de herkese açık. Gerçekten ilgileri varsa meseleye bunu yapabilirler mesela. Kullansınlar da malzemeleri. Malzeme orada duruyor ve artık o kadar da uzakta değil. Türk mitolojisiyle alakalı bir malzeme çok uzakta değil doğru bilgiyi bulabilirler ve işleyebilirler.

  1. Eserlerinizin yabancı dile çevrilmesi için teklif gelirse çevirmenle beraber çalışmak ister misiniz bu süreçte? Çeviri süreçleri ve yerelleştirme hakkında ne düşünüyorsunuz?

Çevirmenle birlikte çalışırım ama bir konuya dikkat ederim. Grafik tasarımcılar mesela bu konuda çok şikayet ederler. İş verir mesela bir kişi ama “Şurayı şöyle yapalım. Burayı böyle yapalım. Bir tık daha büyük, bir tık daha küçük olsun.” derler. Ben o şekilde çok fazla karışmam işine, çok fazla müdahale etmem. Çevirmenin dünyası çünkü o biraz. Tabii ama şöyle bir şey de var: Bu akademik bir üretim, illa ki bağlı kalacaktır içeriğe. Yerelleştirmeden kasıt nedir burada?

– Örneğin; Popeye’ın Temel Reis olması. Yüzüklerin Efendisi Üçlemesi’ndeki ırkların her birinin konuştuğu dil farklı bir dönem/yöre dili. Onların Türkçeye çevrilirken farklı dönem Türkçelerine veya yöresel ağız kullanılan bir Türkçeye çevrilmesi.

Bence güzel bir şey. Çok renk katıyor. Yazar böyle bir şey veriyorsa yapılmalı. Mesela benim bir hikayemde Darhan Dede adında bir karakter var, Egeli ağzıyla konuşuyor. İngilizceye çevirirken bir İngiliz köylüsünün ağzına mı gitmek gerekli? Siz daha iyi bilirsiniz. Kesinlikle öyle olmalı. Harry Potter’da Ron Weasley r’leri söyleyemiyor, bunu yansıtmamak olmaz ki! Hele iyi bir araştırma yapıldığında bence çok doğru, çok renk katan bir şey.

  1. Kültürel öğelerin yoğun olduğu bir kitabın çevirisinde ne kadar serbest çalışılabilir?

Bu biraz da önceki soruyla bağlantılı gibi. Bunlar akademik eserler. 2+2=4 gibi eserler bunlar. Analitik bilgilere sahipler. Az önceki gibi Tolkien veya benzer örnekler verebileceğimiz durumlarla karşı karşıya değiliz. Bu akademik bir çalışma ve orada ne yazıyorsa onu çevirecekler.

  1. Halk Bilimciler için dil bilmenin önemi nedir?

Dil bilmek bütün akademik alanlar için çok önemli. “Adamlar bizden çok önde.”den çıkmak istiyorum bir kere. O da var, tamam. Ben şöyle düşünüyorum: Bazı konularda evrenseli yakalamadan ulusal olamayız, ulusala faydalı olamayız. Hangi disiplinde olursak olalım bulunduğumuz noktada en ileri seviye neyse ona ulaşmaya çabalamalıyız. Bir ekonomist var Özgür Demirtaş diye, o çok söylüyor bunu. Çalıştığınız disiplinde en uçta ne yapılıyor onu öğrenip, buraya gelip onu uygulamalısınız. Bu önemli bir şey, ben bu şekilde düşünüyorum. Tabii ki de ulusala faydalı olmak en temek şart. Bunu da ulusala faydalı olmak için yapmalıyız. Akademik bilgileri, kaynakları öğrenip burada kullanmalıyız. Türk bir bilim insanı olarak Türk toplumunun hizmetindesin. Alanın her neyse, disiplinin çok önemli değil, buradaki bozuklukları düzeltmek de senin görevin. O yüzden yabancı dil bilmek dünyada neler olup bittiğini bilmek, öğrenmek, anlayabilmek adına çok önemli. Bir bilim insanının kendini geliştirmesi adına çok önemli. Bilim insanının kaliteli bilim üretebilmesi, evrensel bilim üretebilmesi ve tabiri caizse vatanına milletine faydalı olabilmesi için çok önemli. Bir değil, 2, gerekirse 3 dil bilmek gerekiyor.

  1. Şarkılarınızı İngilizce yazıyorsunuz. Yabancı dillerle olan ilişkiniz nasıl gelişti, hangi dillerle ilgileniyorsunuz?

Yabancı dille olan ilişkim aileden gelişti yine. Ailemde yabancı dil bilenler vardı ve büyüklerimizde yabanı dile ilgi çoktu. Çok küçük yaşta ilgim olduğunu, dil derslerine merakım olduğunu fark ettim. En büyük amcamlar turizmcilerdi ve evlerinde büyük büyük sözlükler vardı. Kendi kendime sözlükleri karıştırıp Fransızcada 1’den 10’a kadar saymayı öğrenmiştim. Bir kelime gördüğümde onun İngilizce, Almanca, Rusça, Fransızca karşılıklarına bakıyordum mesela. Çok küçük yaşlarda aileden gelen bir merakım oldu.

İyi derecede İngilizce biliyorum. Bir miktar Almanca eğitimi aldım. Çok kısa bir Rusça eğitimim var. Lise yıllarında çok kısa bir Fransızca eğitimi aldım ama bunlar hakkında fikir sahibiyim sadece şu anda. Bir de İran sahasındaki Türkleri çalışsam da coğrafyayı anlamak, metinleri daha iyi anlamak ve Farsça kaynakları okuyabilmek adına Farsça eğitimi alıyorum. İngilizce, Almanca ve Farsça temelde olmak üzere yanına da biraz Rusça ve Fransızca koyuyoruz. Tabii İngilizce ve Farsça hariç diğerlerini az az biliyorum. Şu anda yoğun bir şekilde Farsçayla ilgileniyorum. Özellikle 2018’de de Farsça eğitimime devam etmek istiyorum. Bir sonraki hedefim Almancayı bıraktığım yerden devam ettirmek.

  1. Yabancı öğrencilere Türkçe hazırlık eğitimi veriyorsunuz. Bir eğitmenin gözünden sizce Türkçeyi hiç bilmeyen insanlar ne gibi sıkıntılar yaşıyor?

Bu çok geniş bir konu. Çok fazla dinamik var ve çok fazla sıkıntı devreye giriyor. Öncelikle avantajlardan bahsedeyim: Bu çocuklar Türkiye’de eğitim görüyorlar. Eğitim bilimleri kapsamında “örtük öğrenme” diye bir şey var. Türkçenin yaşadığı coğrafyadalar ve sürekli Türkçeye maruz kalıyorlar. Derste öğrendiklerinden çok daha fazlasını dışarıda tecrübe ediyorlar. Bu onlar için bir avantaj. İyi bir kurumda, yoğun bir şekilde Türkçe dersi alıyorlar. Bunda da iddialıyız. Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü’nde yılların tecrübesi var, iyi bir kadro var. Karşılaşılan sorunlar, onların çözülmesi ve kurumsal yapı konusunda birikmiş bir tecrübe var.

Bu insanlar ne gibi sıkıntılar yaşıyorlar? Burada ülke profili, yaş, cinsiyet, hazır bulmuşluk önemli. Bizde lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencileri var. Doktora öğrencileri yoğun bir şekilde daha başarılı oluyor çünkü bu kişiler üniversite hayatı görmüş ve mevzuya biraz daha yakın oluyor. Mesela birden fazla dil bilenler, anadilini iyi bilenler çok kolay öğreniyor. Bazen de şöyle bir şey yaşıyoruz: Kişi anadil dışında hiçbir dil bilmiyor. Çok sıkıntı yaşıyoruz. Hatta anadilini bile iyi bilmiyor ve aldığı bilgiyi aklında kendi dilinde nereye yerleştireceğini bilmiyor. Onda da çok sıkıntı yaşıyoruz.

Sesletimde bazen problem yaşıyoruz. Bazı ülkelerin dillerinde bizdeki kimi sesler yok. Mesela Araplar “p” sesinde inanılmaz zorlanıyorlar. “pazar”a “bazar” diyorlar çünkü “p” yok dillerinde. “ö-ü” bütün neredeyse dillerde problem oluyor. Bu tarz sesletimlerde sorun yaşıyoruz. En büyük problem akkusativ kullanımı. Aslında genel anlamda hâl ekleri problem ama en çok akkusativ kullanımı sıkıntılı. Bunu bir yabancıya öğrettiğin zaman fark ediyorsun, Türkçede en önemli şey: ses uyumları, yardımcı vokaller, hâl eklerinin kullanımı, daha sonra da çatı yapısı. Türkçenin çatı yapısı biraz farklı diğer dillere göre. Bunlarda çok zorlanıyorlar ama büyük ölçüde zorlandıkları şey hâl ekinin kullanımı ve özellikle akkusativ.

Başka olarak mesela “-mıştı” eki problem, rivayetin hikâyesi. “Hocam -mıştı niye var?” diyorlar. Bunda da sıkıntı yaşıyorlar. Bunun dışında mesela yakın zamanda bir öğrencim “Hocam Türkçe şöyle gibi: nınınını Arapça kelime, nınınını Arapça kelime, nınınını Farsça kelime. Benim için böyle bir şey Türkçe.” dedi.

Örneğin ettirgen, oldurgan durumunda çarşı karışıyor. Dönüşlülükte yine aynı şekilde… Çatı konusu genel itibariyle biraz facia oluyor onlarda. Dilbilgisi bağlamında temel problemler bunlar. Çevirmen arkadaşlarında ilgisini çekecektir diye düşünüyorum bu bilgiler. Temel yaşadıkları problemler bu çünkü birçok dilde bizdeki vokal yapısının benzeri yok. Mesela Afrikalı arkadaşlarımız hep “Nasilsin?” der “i” ile, “Nasılsın?” yapamıyoruz onlarda kolayca. Farslarda “ö-ü”de problem var.

Yalancı eşdeğerlik diye bir konu var. Mesela Arapçada cinsiyet sormak “Hangi ülkedensin?” anlamına geliyor. Arap birine cinsiyetini sorduğunda, mesela Libyalı birine “Cinsiyetin ne? diye sorduğunda sana “Libya” der.  Bizdeki kadın-erkek anlamına gelmiyor. Mesela “magazin” kelimesinin bizdeki anlamıyla İngilizcedeki anlamının aynı olmaması da bir örnek. Özelikle Türk dünyasından gelen öğrenciler kendi dillerindeki bir eki Türkiye Türkçesine ekliyor. Temelde Türkçe iki dil de ama oradaki eki buraya kaydırabiliyor. Bu tarz problemler yaşanabiliyor.

  1. Öğrencilerinizle okuma derslerinizde Türk destanlarını vb. işlemek gibi bana göre oldukça eğlenceli yöntemler kullanıyorsunuz. Bu gibi yöntemlerin size göre dil öğrenimine sağladığı kolaylık nedir?

İlgi çekici öncelikle. Üstelik Türk kültürünü öğreniyorlar, yeni bir kültür öğreniyorlar. Bu Türk kültürünü tanıtmak için de, onlar için de önemli bir şey. Bir de bu tarz masal, efsane, destan gibi metinler sözlü kültürden geldiği için dilin tüm olanakları kullanılıyor. Çok klişe bir laf olmakla birlikte sade, duru bir Türkçe kullanılıyor. Kurgu ve sanatsal anlamda değil, gerçekten Türkçe gibi Türkçe kullanılıyor. O yüzden öğrencilerin bu metinleri yakalaması çok kolay oluyor. Güzel de oluyor onlar için.

Fıkra çok kullanırız bu derslerde, özellikle Nasrettin Hoca fıkraları. Bu metinler kısa, vurucu bir şekilde anlatmak isteyen metinlerdir. Bizim de amacımız kısa, vurucu şekilde öğrencilere Türkçeyi anlatmak. O yüzden çok kolaylık sağlıyor ama en büyük kolaylığı ilgi çekici olması. Bir kere yeni bir bilgi onlar için.

  1. Yabancı dil öğrenenlere tavsiyeleriniz nelerdir?

Konuşsunlar. Pratik en önemli şey, bizim öğrencilerimizden gördüğümüz bu. Çok yeni bir şey söylemiyorum ama gerçekten en önemli şey konuşmak. Bilgiyi kullanarak öğrenen bir insan olduğum için böyle bakıyorum belki olaya ama gördüğüm kadarıyla en önemlisi konuşmak. Şöyle bir şey var: Anadili Türkçe olan insanlar olarak hiçbirimiz Türkçeyi ders alarak öğrenmedik. Hiçbirimiz anadilimizi çok küçük yaşlarda gramer olarak öğrenmedik, kullanarak öğrendik. O yüzden aynı şekilde bir dili de tıpkı bir anadilini konuşan gibi kullanarak öğrenmek bence en doğrusu. Bol bol yabancı şarkı dinlesinler, diziler izlesinler. Çok klasik şeyler bunlar ama yapılması gereken yöntemler. Yine çok basit ve çok klasik bir şey söylemek istiyorum: yetenek. Dil öğrenmek biraz da yetenek işi. Ama ilk olarak kendi dillerini öğrensinler. Anadilini bilmeyen yabancı dil öğrenemez. Öğrencilerimizde tespit ettiğimiz şey bu. Anadilini bilmediği sürece öğrendiklerini aklında gerekli yere oturtamıyorlar. Rus bir öğrencimiz vardı. Arkadaşları “şimdiki zaman”ın Rusçasını söylediklerinde “O ne?” diyordu. Şimdiki zamanı Rusçada kullanıyor ama “Geliyorum.” dediği zaman kurduğu cümleyi şimdiki zamanla kurduğunu bilmiyor. Bu yüzden anadillerini iyi öğrensinler.

  1. Bazı insanlara göre Dil ve Edebiyat Bölümü okuyanlar için pek fazla iş imkanı olmuyor ve zorluğundan dolayı kimileri sıkıcı olarak görüyor. Fakat siz aksine bu alanı şenlendirmişsiniz de şenlendirmişsiniz. Edebiyat okumak isteyen ama cesaret edemeyen öğrencilere diyecekleriniz var mı?

Seviyorlarsa okusunlar. Seviyorsan git konuş kanka! Ben şuna karar verdim: Canım ülkemin durumu ortada. Ne okursam okuyayım bu kavgalarla yine karşılaşacağız. Beyin cerrahı oluyorsun, orada da TUS var mesela. İnsanlar mahvoluyor, saçları gidiyor, sağlığından oluyorlar. Diyorum ya, beyin cerrahı oluyorsun, beyinle çalışıyorsun. Arabayı çalışır haldeyken bozmadan tamir etmeye çalışıyorsun. O adamlarda da TUS koyuyorlar, bir ton şey var. Yani her meslekte böyle sıkıntılar var. İş zorlukları var, bu tarz süreçler var. O yüzden seviyorlarsa okusunlar. Sevmedikleri bölümü okumasınlar, sadece edebiyat için de söylemiyorum. Sevmedikleri meslekten uzak dursunlar ve üniversite okumak, bir meslek edinmek, hele ki lisansüstü yapmak istiyorlarsa seviyorlarsa yapsınlar. Derslere girip “Pfff, sıkıldım.” diye InstaStory atacaklarsa okumasınlar. Okumak isteyen bin tane insan var. Kimsenin yerini işgal etmesinler. Belki bu sözlerimden insanlar rahatsız olacaktır. Diyebilirler “Ulan adam, sen hiç mi yapmadın?” diye. Hayır, hiç yapmadım. 13 yıllık lisans, yüksek lisans, formasyon, doktora sürecim boyunca bir kere bile “Ayy yine mi finaller, vizeler? Aman geldi yine.” falan demedim. Tarih yazmaz. Görüyorum yüksek lisans okuyup “Ya finaller beni yordu.” diyen. Okuma! Belki senin işgal ettiğin yüksek lisans kontenjanı için canını verecek adam var bu tarafta. Niye hak yiyorsun bu kadar sevmiyorsan? Herkes üniversite okumak zorunda değil. Bunu iki anlamda söylüyorum: Gerçekten üniversite okumadan da iyi yerlere gelebilecek, kendini geliştirebilecek, kaliteli işler yapabilecek insanlar var ve diğer taraftan istemiyorsan okuma. Çok sert belki bu cümlelerim. Belki birileri bunu okuduğunda bana kızacak. Derse gelip “Ya, ne diyor bu hoca ya?” yapacaksan git abi! Gelme o derse! Ayrıl o bölümden, o kontenjanı doldurma. Bunu yapma. Ha öğrencilik psikolojisidir, hepimiz dersten sıkılıyoruz. Benimde sıkıldığım, yorulduğum zamanlar oldu ama böyle yapmadım. Şuraya bağlayacağım meseleyi: Gerçekten bir şey seviyorsanız ne okuduğunuzun önemi yok. Vatanını, milletini en çok seven işini en iyi yapandır muhabbeti gibi. Sevdikleri işle uğraşsınlar. İş problemi var, doğru. Ama bunu seviyorsa bunu okusun. Başka mesleklerde de iş problemi yaşayacak. Bugün nereden mezun olursa olsun sektörel yapımız gereği bu böyle. Bu yüzden sevdikleri şeyi okusunlar. Edebiyatı seviyorlarsa okusunlar. Ben kitapları seven bir çocuktum. Ben bugün akademik kariyer yapıyor olmasaydım da okuduğum 10 kitaptan 7’sini yine okuyacaktım. Ben bunu seviyorum, bunu seçtim. Evet, iş bulma süreçlerinin çok zor olduğu zamanlar oldu ama dediğim gibi seviyorlarsa, gerçekten bir şey öğrenmek yapmak istiyorlarsa okusunlar ve ellerinden gelenin en iyisini yapsınlar. Kimse İlber Ortaylı olmak zorunda değil, kimse Aziz Sancar olmak zorunda değil. İlber Ortaylı’yı, Aziz Sancar’ı örnek alıp yapabileceklerinin en iyisini yapsınlar.

  1. Röportajın sonuna gelirken kitabınızla tanışmış birçok kişinin ortak sorusunu dile getirmek istiyorum. Yakın zamanda başka kitap projeleriniz var mı?

Var. 2018 içinde çıkarmayı düşünüyoruz. Türklerin Şeytani Masalları’nın arka kapak yazısını yazan Mehmet Berk Yaltırık’la Türk kültüründe vampir konusunu yazıyoruz. O tarih kısmını yazıyor;ben folklor, Halk Bilimi kısmını yazıyorum. Şu an doktora tezimin bir kısmı olan Tebriz’de derlediğim masallarla ilgili bir projem var. Bir de benim bugüne kadar yazmış olduğum, çeşitli internet mecralarında yayınladığım, sonra kitap olacak diye geri çektiğim hikâyelerim var.  Sağ olsun yayınlayan yerler de çok anlayış gösterdiler. Bunlardan biri Kayıp Rıhtım. Aylık Öykü Seçkisi’nde yazılarım vardı. Mail attım “Kitap olarak çıkaracağım. Buradan kaldırabilir miyiz?”diye. En ufak bir sorun çıkarmadan, anında, tek bir maille kaldırdılar. “Kitabınız için başarılar. Bekliyoruz.” temalı bir mail de aldım. Kaliteli bir ortamdır Kayıp Rıhtım, buradan da Hazal Hanım’a selam göndereyim aklıma gelmişken. (gülüyor) Tanırım Kayıp Rıhtım’dan bazı arkadaşları. Oradan da bu şekilde bir tepki aldım, kaldırma sürecinde de en ufak bir sıkıntı yaşamadık. İşte bu hikâyelerim çıkacak, fikirler bu yönde. Ne zaman, nasıl, nedir detayları sonraya kalsın.

Teşekkür ederim bu güzel röportaj için.

Asıl biz teşekkür ederiz. Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkürler.

Tags: