Türkiye’nin kanayan yarasıdır yabancı dili anlamak ama konuşamamak… Bazıları ilkokulda yabancı dil dersleri almaya başlar, bazıları ortaokulda, fakat henüz bir yol almış olmayanlar deryasıdır Türkiye… Peki biz tercümanlar bu konu hakkında ne düşünüyoruz? Türkiye’de yabancı dil öğrenme konusunu Çeviri Blog yazarları olarak kafa kafaya verip, tartıştık. Ortaya çıkan argümanları da sizler için derledik, keyifli okumalar!

Senem KOBYA: ‘Anlıyorum ama konuşamıyorum’ sorunsalı için şunları söylemek isterim: Bebeklerin dil öğrenme yöntemlerini çok inceledim. Şöyle ki; bebekler dil konseptinin ne olduğunu bile bilmemelerine rağmen; 1) Sözlük kullanmadıkları için 2) Sürekli dile maruz kaldıkları için 3) Yanlış yapmak umurlarında olmadığı için dili çok kolay öğreniyorlar. Biz büyükler ise dil bilgisine ve doğru kullanmaya o kadar takmış durumdayız ki bu da bizi engelliyor. Dil öğreniminde bu yüzden en büyük engelin kendini bir adım geriye atmak olduğunu düşünüyorum. Türkçe gibi oldukça zor bir dili konuşup yazabildiğimize göre demek ki diller konusunda “yeteneksiz” olma gibi bir durumumuz söz konusu değil. Yeterince pratik yaparsak, yanlış yapmaktan korkmazsak, kendimizi o dilde düşünmeye ve konuşmaya zorlarsak bu sürecin temelini atmış oluruz. Bizi bu noktada doğru yönlendiren, telaffuz konusunda örnek oluşturabilecek ve bizimle bu süreci paylaşan birilerinin olması çok büyük bir şans olur. Yoksa da kendi kendimizin rehberi olmakla büyük mesafe kat edebiliriz.

Elif Derya YAMANER: Biliyorsunuz ki dil öğrenimi için mevcut bir sürü teknik var fakat bu hususta önemli olan insanın kendi tekniğini bulabilmesidir. Ders çalışırken de öyle ya; ‘Yazarak mı çalışırsın, okuyarak mı yoksa illa birinin sana anlatması mı lazım?’ derler, işte dil öğrenme tekniği de insandan insana değişebilen bir şey… Örneğin ben ‘Maruz Kalarak Öğrenme’ yi destekleyenlerdenim. Tıpkı bir çocuğun maruz kalarak ana dilini öğrenmesi gibi veyahut Almanya’da yaşayan Türklerin çocuklarının okula gidip Almancayı hemen öğrenebilmeleri fakat ailelerinin de evde kalıp pek sosyal olamadıkları ya da genelde Türklerle birlikte oldukları için yıllarca öğrenememesi gibi… Yeni eğitim sisteminde bir çok ders için bunu ‘Yaparak, Yaşayarak Öğrenme’ modeli altında kullanıyorlar. Örneğin tarih müzelerine gitmek, Biyoloji dersini doğada öğrenmek gibi. Dil öğrenmek içinizden yeter ki gelsin, isteyince olabildiğini görüyoruz.

Elbette maruz kalarak dil öğrenimi için yurt dışı seyahatleri önerimdir fakat gidemeyenler için Türkiye’nin gerçekten turist çeken bir ülke olduğunu unutmamak gerekir. Biraz sosyal olup, arkadaş edinip bunu halledebileceklerini düşünüyorum. Hatta karşılıklı öğrenme ile bunu başaran çok sayıda kişi tanıyorum. ‘Ben sana Türkçe öğreteyim, sen de bana Japonca öğret’ gibi… Demek istediğim Türk insanı aslında kendini tanıyıp ‘Nasıl öğrenebilirim?’ sorusunu kendine sormalı ve kendine özgü dil öğrenme yöntemini yaratmalıdır. Bir de şöyle bir şey var ki İngilizceyi deneyip ben dil öğrenemiyorum deyip pes edenler çevremde çok fazla var. Peki başka bir dil denediniz mi? İngilizce bilmeyen fakat Almanca bilen Türk arkadaşlar biliyorum. Dediğim gibi önce kendimizden yola çıkarsak başarabilme ihtimalimiz daha yüksek…

Cansu ALACA: Utanma ve endişe bir yabancı dili konuşmayı kısıtlayan en önemli iki faktördür. Utanıyoruz çünkü dilbilgisi hatası yapmaktan ve gülünç duruma düşmekten korkuyoruz. Endişe ediyoruz çünkü yaptığımız hataların yargılanmasından çekiniyoruz. Burada biraz durup, düşünelim. İlla ki hepimiz Türkçe öğrenmeye çalışan, çat pat konuşan, eksik ya da hatalı cümleler kuran bir yabancı ile karşılaşmışızdır. Bu kişinin bizlerden hiçbir farkı yoktur. Zira dil öğreniminde hata yapmak kadar, yanlış telaffuz etmek kadar doğal bir şey yoktur. Öğrenme sürecinin doğasıdır hatalar ve her biri düzeltilmek ve geliştirilmek için vardır. Maalesef bizler bu süreçte kendimizi geliştirme aşamasında pek özenli davranmıyoruz. Genel olarak yabancı dilde “okuma” yetkinliğine odaklanıyoruz.

Dinleme, konuşma, yazma gibi becerileri biraz göz ardı ediyoruz. Konuşmayı konuşma yapan ses, telaffuz, fonetik gibi beceriler üzerinde pek fazla pratik yapmıyoruz. Sadece okuyoruz ve okuduğumuzu anlamaya çalışıyoruz. Okuyoruz çünkü orada yalnızız, karşımızdaki kitap bize ağzını açıp da cevap veremiyor, bunu biliyoruz… Kelimeleri ezberliyoruz ama onları kullanmıyoruz. Aktif değil pasif öğrenici olmayı seçiyoruz, bunun arkasına sığınıyoruz çoğu zaman. İster anadilimizi öğrenirken olsun ister yabancı dilde konuşmayı öğrenirken olsun, öğrenme süreci mutlaka öğrenenin sesleri duymak, anlamak ve karşılık verebilmek için alıştırma yaptığı bir aşamadan geçer. Bebekliğimizi düşünelim: Doğru bir şekilde “anne” ve “baba” diyebilmek için kim bilir kaç defa telaffuz etmeye çalıştık bu kelimeleri. Halbuki anadilimizi konuşurken hiç de böyle soruların bizi sarıp sarmalamasına izin vermiyoruz. Akışına bırakıyoruz, doğal bir konuşma gerçekleştiriyoruz, yapıya değil anlama odaklanıyoruz. Yabancı dil konuşurken ise tam tersini yapıyoruz anlamdan, verilmek istenen mesajdan uzaklaşıp “doğru sözcük”, “doğru fiil”, “doğru zarf”, “doğru zaman” üzerinde yoğunlaşıyoruz. Anadilde veya yabancı dilde ne olursa olsun, en saçma bir şeyi bile konuşmamız için konuşmamız şart… Doğrusuyla, yanlışıyla…

Fatma Zehra AKBULUT: Öncelikle şunu söylemeliyim ki bir dil hiçbir zaman tam olarak öğrenilmez, kişi öğrendiği yabancı dili veya ana dilini dahi öğrenmeyi ölene kadar sürdürmektedir. Bu uzun yolculukta sürekli bilmediğiniz yeni kelimeler, farklı yapılar karşınıza çıkacaktır bunu geliştirmenin en iyi yolu ise o dilde kitap okumaktır. Fakat bu; dilde iyi bir seviyeye geldikten sonra işe yarayacak bir yöntemdir zannımca… Esas konumuza gelirsek etrafımızda sürekli yabancı dil konuşamamayla ilgili yakınmalarını duyarız.

Bu sorunun cevabını kalıtımsal bir mesele veya ırksal bir problem olduğunu düşünmekten çıkarak aramalıyız… Bir dili öğrenmek tek bir yetenek gibi gözükür ama temelde 4 farklı beceriden oluşur; “Okumak, Konuşmak, Yazmak, Dinlemek.” Öncelikle bunun farkına varmalıyız, yani anlıyor ama konuşamıyorsak bu ilk etapta normaldir. Bir bebeği düşünün, ilk önce sürekli duymaya maruz kalır, bu sırada verileri kaydeder ve bir süre sonra tam telaffuz edemese dahi yanlış olarak konuşmaya başlar ve zamanla bu yanlış telaffuzlar ebeveyn veya etrafındaki kişilerin uyarısıyla düzelir. Taklit yoluyla dil öğrenme oldukça etkili bir yöntemdir. Nihayetinde bir çocuk ortalama 6 yaşına geldiğinde ana dilinde kendisini ifade etme yeterliliği gösterir ve anlamlı konuşma her yıl yaklaşık %25 artar. Bu verilerden de anlaşılacağı üzere bir dili iyi öğrenmek konuşmak kısa sürede olacak bir şey değildir, aylara ve günlere sığdırılmış öğretim programları dilin doğasına aykırıdır. Dilin temel becerilerini ve bu becerileri nasıl doğru geliştireceğimizi farklı biz seri ile ele alacağız. Özetlersek şunu söyleyebiliriz; bir dili anlamak ve konuşmak farklı becerilerdir tabii ki birbirleri ile doğrudan bağlantılıdır ama ikisini ayrı şeyler olarak düşünmeli ve ona göre hareket etmeliyiz.  Biz Türkler de bir yabancı dili öğrenirken diğer tüm ırklar gibi ilk olarak anlar daha sonra konuşma yetimizi geliştiririz hatta iki beceriyi aynı anda da geliştirebiliriz, yeter ki doğru yöntemleri kullanalım ve dile kendimizi sürekli maruz bırakalım.

Çeviri Blog ailesinden Değerli Senem Kobya ve yazarlarımız Elif Derya Yamaner, Cansu Alaca ve Fatma Zehra Akbulut’un dil öğrenme ile ilgili söylediklerinden yola çıkarak şu sonuçlara varabiliriz; dilbilgisine dili kullanırken dikkat etmeli, fakat dil kullanımımızı olumsuz etkilemesine izin vermemeliyiz. Dil öğrenimi sadece kitap üzerinden olacak bir şey değil aynı zamanda onu duymalı, konuşmalı ve kullanmalıyız da… Her şeyden önce öğrenmeyi istemeliyiz ve elimizden geldiğince basit yollarla öğrenme metodumuzu kendimiz belirlemeliyiz.

Umarız ki bu yazımız dil öğrenimi hususunda içine kapananların içindeki ışıltıyı dışarı çıkarır ve kendilerine güvenlerini yeniden kazanmalarını sağlar… Görüşmek üzere…

Tags: