Gördüğümüz kadarını bilir, gördüğümüz kadarını resmedebiliriz. Bildiğimiz kadarını anlar, anlayabildiğimiz kadarını aktarabiliriz. Düşüncelerimizle var oluruz, yazılarımızla, çevirilerimizle var ederiz. Biz aslında hayatın içinde her zaman bir çevirmenizdir. Yazın edebiyatımızın değerli yazarı ve çevirmeni Orhan Pamuk da İstanbul’un kendisini yarattığını söyler. Şehirler, insanlar hayatlara dokunarak bizleri, dilimizi, kültürümüzü, benliğimizi yaratır aslında.
Bir yazar olarak hikayelere, bir çevirmen olarak hem hikayelere hem de hikayeleri farklı kültürlerde yeniden resmetmeye ihtiyacımız var. Pekâlâ bu yeniden resmetme hikayesine bakacak olursak; neyi, neye göre resmediyoruz biz?
Borges “Kuran’da develer yoktur.” demişti. Nereden çıktı şimdi bu Borges… Bu söz tamamıyla doğru bir ifadeyi içermiyor tabii ki fakat Borges’in burada vurgulamak istediği şey; kendi kimliğimizin farklı sembollerle, işaretlerle, farklı bir bilinç algısı oluşturup özbilincin aslında bizim özgünlüğümüzü engellediği yönündedir. Bu durumu çeviri işiyle yorumladığımızda da durum şunu gösteriyor; biz farklı bir kültürde, farklı bir kültür altyapısı içeren yazar tarafından var edilmiş eseri farklı bir kültür içinde kendi oluşturduğumuz ve aynı zamanda oluşturulan bilincimiz üzerinden yeniden okuyoruz aslında. Bu okumanın yeniden yaratımına da çeviri diyoruz. Bu yeniden yaratım süreci de farklı kültürdeki benliğimizle erek dili kullanma gücümüzle birleşerek ortaya çıkıyor. İki farklı kültürü kendi kültür, bilinç, dil kimliğimizle yeniden yaratıyor ve bu yaratımda her fırça darbesinin özgünlükle buluşmasını umuyoruz. Bu çoğu zaman gerçekleşebiliyor mu emin değilim çünkü sosyo-kültürel ve yaşadığımız sistem içindeki dış etmenlerin her bir fırça darbesinde izinin olması oldukça muhtemel.
Çevirilerimiz, hikayelerimiz, hayatımız, dilimiz zaman aktığı sürece değişmeye mahkumdur. Önemli olan farklı renklerle, motiflerle fırça darbelerimizi özgürleştirmemizdir. Biz gördükçe, hissettikçe, yazdıkça, okudukça, çevirdikçe dahasını nitelendirmek, görmek isteyeceğiz. Orhan Pamuk gibi… Farkındalığımız kum saatiyle birlikte sürekli akacak ve o kum saatini son damlasının yere dokunuşundan sonra döndürdüğümüz zamanda da her zaman farklı bir yerde, farklı bir zamanda olacağız. Bir kelime bazen lügatımızda karşılığını bulamıyorken bir gün gelecek bir kelimeye sayısız his yükleyebileceğiz. Tek bir hissi sayfalarca anlatan Orhan Pamuk romanlarını düşünün… Bir cümleyi tekrar okuduğunuzda her defasında bambaşka bir hisle çalkalanır bedeniniz, tıpkı bir manzaraya farklı açılardan bakmak gibi…
İşte çeviri de böyledir. Hiçbir zaman tatmin olamaz, hiçbir zaman tam karşılığını bulamazsınız kelimelerin, hislerin… Siz bir çevirmen olarak her iki kültürde de yazarla ve erekle bütünleştirdiğiniz manzaraları anlatırsınız. Anlatımlarınız sizin özünüzle, her bir kalp atışınız, adımınızla renklenir.
Çeviriyle insanlara bir dünya değil yüzlerce yaşam, kişi, his sunarsınız. İşte bu yüzden çevirmen, o kum saatinin içinde kültürlerden kültürlere yaşamlardan yaşamlara koşturup duran bir yazar, bir ressam ve bir sanatçıdır.