Kur’an; Tevrat ve İncil gibi son din İslamiyet için gönderilen kutsal kitaba Allah tarafından verilen isimdir. Kelimenin kökeni konusunda farklı görüşler vardır. Bu görüşler, kelimenin hemzesiz ve hemzeli olduğunu savunanlar olarak iki grupta ele alınmıştır. Bir taraf Kur’an’ın “açıklamak, beyan etmek” manasına geldiğini söylerken diğer taraf “toplamak ve bir araya getirmek” anlamında olduğunu savunur. İslam vahyinin “ikrâ’” (oku) buyruğu ile başlaması, Kur’an’da “kara’e” kökünün “okumak” anlamında on yedi yerde kullanılması ve Kur’an’ın çok okunması tavsiye edilen bir kitap olması gibi sebepler dikkate alındığında Kur’an isminin “okumak” anlamına gelen “kara’e” fiilinden türediğini kabul etmek daha doğru görünmektedir.
Kur’an’ın terim anlamıyla ilgili olarak çeşitli tanımlamalar yapılmış, bunlar büyük ölçüde bir araya getirilerek şöyle bir tarife ulaşılmıştır:
“Kur’an, Allah tarafından Cebrail vasıtasıyla mahiyeti bilinmeyen bir şekilde son peygamber Hz. Muhammed’e indirilen, Mushaflarda yazılan, tevatürle nakledilen, okunmasıyla ibadet edilen, Fatiha suresiyle başlayıp Nas süresiyle biten, başkalarının benzerini getirmekten aciz kaldığı Arapça mûciz bir kelamdır. “
Kur’an, Hz. Peygamber’e kırk yaşında iken, Ramazan ayının 27. Gecesinde inmeye başlamıştır. Kur’an kendisinden bahsederken birçok yerde “el-Kur’an” ve “el-Kitab” kelimelerini kullanmıştır. Bu isimler onun hem okunan hem yazılan bir vahiy olduğuna işaret etmektedir. O dönem Hz. Peygamber gelen vahiyleri öncelikle insanlara tebliğ ediyor, ardından bunu vahiy kâtiplerine yazdırıyordu. Yazılı kültüre uzak olan Araplar güçlü ezberleme kabiliyetleri sayesinde nazil olan ayet ve süreleri ezberlemekte bir sıkıntı çekmiyorlardı. Arap yazısının iptidai oluşu ve okuma yazma bilenlerin azlığı gibi sebeplerle yazma işi az sayıda Müslümanla sınırlı kalıyordu. Mekke döneminin sonlarından itibaren okuma yazma öğrenenlerin sayısında artış görülmüş, özellikle Medine döneminde hem yazı malzemesi hem de yazı bilenlerin sayısı çoğalmıştır.
Kur’an ayetlerinin Hz. Peygamber’in sağlığında bir araya getirilerek kitap şeklini aldığına dair bir bilgi bulunmamaktadır. O dönemde Kur’an’ın iki kapak arasına alınmamasının asıl sebebi Resülullah hayatta olduğundan vahyin ne zaman kesileceğinin bilinmemesidir. Ancak Ramazan aylarında Resul-i Ekrem ile Cebrail’in o güne kadar inen ayetleri birbirlerine karşılıklı olarak okumaları (arza) uygulamasından Kur’an’ın bir kitap şeklini alma yolunda olduğu anlaşılmaktadır. Hafızlar ve sahabiler inen ayetleri ezberleriyle desteklemiş ve nihayetinde iki kapak arasındaki derlemeye “Mushaf” adı verilmiştir.
Hz. Ömer ve Osman devrinde artan fetihlerle genişleyen İslam coğrafyasında Arapların dışındaki Müslümanlar, kendi bölgelerinde meşhur olan sahabinin Mushaf ve kıraatiyle Kur’an’ı öğrenip okuyor, muhtemelen bu Mushaflardan kendileri için özel nüshalar çıkarıyordu. Hz. Osman, Hafsa’nın elindeki Ebu Bekir Mushaf’ını çoğaltarak belli başlı merkezlere göndermeye karar vermişti. İstinsah ve çoğaltma işi için başkanlığını yine Zeyd b. Sabit’in yaptığı Abdullah b. Zübeyr, Said b. As ve Abdurrahman b. Haris b. Hişam’dan oluşan bir heyeti görevlendirip yazımda ihtilafa düştüklerinde Kur’an’ın nazil olduğu Kureyş lehçesini esas almalarını emretmişti. Yardımcılarla birlikte üye sayısı on ikiye ulaşan heyet çalışmaları başarıyla tamamlanmış ve orijinal nüsha Hafsa’ya iade edilmişti. 646-651 yılları arasında gerçekleştirilen bu çalışma sonunda çoğaltılan yedi (veya dört, beş, sekiz) Kur’an nüshası birer kari ile birlikte Mekke, Küfe, Basra, Şam, Yemen ve Bahreyn’e gönderilmiş, bir nüsha da Medine’de bırakılmıştır. Bu Mushaflara rağmen zaman zaman okuma güçlükleri ve ciddi okuma yanlışları da olmuştur. Bu hareke eksikliğinden kaynaklanmıştır fakat ardından harekelerin getirilmesiyle büyük ölçüde okuma kolaylığı getirmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de veya hadiste Kur’an’ın başka dillere tercümesini açıkça emreden yahut yasaklayan bir ifade yoktur. Ancak bilhassa fıkıh ekollerinin oluştuğu dönemlerden itibaren bu hususun tartışmalara konu edildiği görülür. Bir kısım âlimler, bazı ayetlere ve sünnetteki uygulamalara bakarak Kur’an’ın tercümesini zaruri görürken diğer bir kısmı yine Kur’an’dan hareketle onun başka dillere çevrilemeyeceğini, lafızları itibariyle de mu’ciz olan Kur’an’ın başka dillere nakli halinde bu özelliğinin ortadan kalkacağını ileri sürmüşlerdir. Uygulamada ise tercümeyi savunanların fikri geçerli olmuş ve eskiden beri Kur’an değişik dillere çevrilmiştir. İki tür tercüme şekli vardır bu dönemde:
Harfi tercüme; nazmın nazma, tertibin tertibe, hatta kelimelerin birbirine muvafık olması şartıyla bir dildeki lafızları başka bir dildeki benzer lafızlarla ifade etmektir. Bu tercüme şeklinde asıl dildeki hiçbir kelime atılmaz. Kur’an-ı Kerim açısından bakıldığında harfi tercüme, “mütercimin kapasitesi ve dilin yeterliliği nispetinde Kur’an’ın her lafzının yerine tercüme edilen dilde o lafzın karşılığı olan başka bir lafzın konması, Kur’an’ın kelime, ibare yahut nas cihetiyle Arapçadan başka bir dile aktarılması” şeklinde tanımlanabilir. Harfi tercümenin ilmi ve hukuki eserlerde kullanımı kolay ve pratik ise de edebi eserler ve özellikle Kur’an-ı Kerim açısından uygulanması son derece güç, hatta bazen imkânsızdır.
Tefsiri tercüme; asıl dildeki kelimelerin tertibine, nazmına, sayısına vb. şekli özelliklere bağlı kalmaksızın bir sözün anlamını başka bir dille açıklamaktır. Bu tür çeviride esas olarak manaya itibar edilir, bazı tabirler atılabilir veya ilaveler yapılabilir. Bu tercüme tarzında mütercim, asıl dildeki ifadeleri iyice anlaşıldıktan sonra onların belirttiği manayı başka bir dile kendi üslup ve ifadesiyle nakleder. Tefsiri tercümede tercümenin harf ve lafızlarında, cümle ve ibarelerinde, icaz ve ıtnabında, hacim ve kapsamında asıl metne eşitlik şart olmadığı gibi her harf ve kelimesinin tercüme edilmesi de zorunlu değildir. Türkiye’de Kur’an-ı Kerim tercümesi yerine daha çok “meal” lafzı kullanılmakta olup bu tercihle yapılan tercümenin eksik ve yetersiz olduğu belirtilmekte ve Kur’an’ın yerini tutmadığına işaret edilmektedir.
Herhangi bir eserin dahi anlam ve içeriğinden hiçbir şey kaybetmeden başka bir dile çevrilmesi çok güç olduğuna göre, Kur’an-ı Kerim’in tercümesi söz konusu edildiğinde bu güçlüğün ve onun doğurduğu sorumluluğun kat kat artacağı açıktır.
İslamiyet dönemi Kur’an Tercümeleri
Kur’an’ın tercümesi tarihini İslamiyet’in ilk dönemlerine kadar götürmek mümkündür. Samani Hükümdarı Mansur b. Nuh’un emriyle, içinde Türk asıllı olanların da bulunduğu Horasan ve Maveraünnehirli âlimlerden meydana gelen bir heyet, Kur’an’ın tamamını Muhammed b. Cerir et-Taberi’nin Cami’u’l-beyan adlı tefsirinin özetiyle birlikte Farsçaya çevirmiştir. Bu tercümenin bir nüshası Süleymaniye diğer bir nüshası Dresden kütüphanelerinde kayıtlıdır. Tercüme ayrıca basılmıştır. Eser, satır arası harfi bir tercüme olup Farsça cümle tertibine riayet edilmeksizin ayetlerde geçen kelimelerin altına Farsça karşılıkları yazılmıştır. Günümüze ulaşan ilk tercüme olması yanında bu çalışmanın diğer bir özelliği Türkçeye yapılan ilk tercüme için model teşkil etmesidir. Kur’an-ı Kerim’in tercüme edildiği en eski dillerden biri de Türkçedir. 950’li yıllardan itibaren toplu olarak İslamiyet’i kabul eden Türklerin Kur’an’ın bazı küçük sürelerini kendi dillerine çevirmiş olmaları muhtemeldir. İlk Türkçe Kur’an tercümesinin tarihi ve mütercimi bilinmemekle beraber bu çalışmanın IV-V. (X-XI.) yüzyıllarda gerçekleştiği tespit edilmiştir. Satır arası Kur’an tercümelerinde her kelimenin altına o kelimenin tercüme edilen dildeki karşılığı yazılır. Bu tür çevirilerde cümle yapısı, söz dizimi vb. hususlarda tercümenin yapıldığı dilin kurallarına uyulmaz; söz diziminde Arapçanın kuvvetli etkisi görülür. Çevirideki kelimeler yan yana dizildiğinde bazen bunlardan bir anlam çıkarmak zorlaşır. Tefsiri Kur’an tercümelerinde ise bütün bir ayetin veya bir bölümünün normal cümlelerle açıklaması yapılır. Türkler tarih boyunca Uygur ve Arap alfabeleriyle bu iki tarzda Kur’an’ı tercüme etmişler, 1928 yılında kabul edilen Latin alfabesiyle daha çok mealen tercüme örnekleri ortaya koyulmuştur.
Osmanlı dönemi Kur’an Tercümeleri
Osmanlı medreselerinde öğretim dili olarak Arapçanın kullanılması Kur’an’ın tercümesi faaliyetlerini oldukça yavaşlatmışsa da Tanzimat’la birlikte ortaya çıkan milliyetçilik cereyanının sonucu olarak Kur’an’ın Türkçeye tercümesi çalışmaları ilgi görmeye başlamıştır. Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Ahmed Cevdet Paşa, Bereketzade İsmail Hakkı gibi birçok âlim Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesinin zaruri olduğunu belirtmiş, bazıları da bizzat bu işe teşebbüs etmiştir.
Cumhuriyet dönemi Kur’an Tercümeleri
Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanından sonra kısa bir süre içinde birkaç tercüme neşredildi. Bunların çoğu Arapçaya vakıf olmayan ve yeterli derecede dini bilgisi bulunmayan kişilerce yapılmıştı; mütercimler arasında Hristiyan olanlar da vardı. Bu durumdan rahatsızlık duyulması üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin isteğiyle Diyanet İşleri Reisliği, ulema nezdinde tasvip görecek ve halk arasında itibar kazanacak bir tercümenin hazırlanmasını kararlaştırdı. Tercüme görevi Mehmed Akif’e (Ersoy) verildi. Mehmed Akif, hazırladığı tercümeyi ibadetlerde Kur’an’ın aslı yerine okutulacağı endişesiyle teslim etmedi. Bunun üzerine tercüme işi, daha önce Kur’an tefsiri yazmakla görevlendirilen Elmalılı Muhammed Hamdi’ye verildi. Onun tamamladığı çalışma Hak Dini Kur’an Dili adıyla bastırıldı. Bunun dışında yapılan tercümelerden bazıları şunlardır: İzmirli İsmail Hakkı, Meani-yi Kur’ an; Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu: Kur’an-ı Kerim Tercüme ve Tefsiri; Hasan Basri Çantay, Kur’an-ı Hakim Ve Meal-i Kerim; Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meal-i Alisi ve Tefsiri. Ayrıca Hüseyin Kazım Kadri, Zeki Mugamiz, Süleyman Tevfik, Cemil Said, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Osman Nebioğlu, Murat Sertoğlu, Besim Atalay, Sadi Irmak ve Abdülbaki Gölpınarlı’ya ait tercümelerle bazı gazetelerin okuyucularına verdiği çevirileri de zikretmek mümkündür.
Not: Muhammed b. Cerir yani Cerir oğlu Muhammed. b. (bin) oğlu anlamında kullanılır.
Kaynakça: